Hristiyanlar neden Kuranı kabul edemezler?
Hristiyanlar neden Kuranı kabul edemezler? Yoksa ikisi de doğru olabilir mi?
Bütün yollar Roma'ya çıkar derler. Bütün "Kutsal Kitaplar" sonuçta aynı şeyi söyler, değil mi?
Yoksa ikisi de doğru olabilir mi? Hepsi Allah tarafından indirilmedi mi? Hepsi Yaradan Tanrı'ya inanmayı ve insanların haklarını yememeyi öğretmiyor mu? Gerçekten de, Kitabı Mukaddes (Kutsal Kitap) ile Kuran arasında önemli bir fark yoksa Kitabı Mukaddes Allah Sözü müdür değil midir diye tartışmanın hiçbir anlamı yoktur.
İkisi aracılığıyla bize aynı gerçekler esinleniyorsa o zaman onların arasından bir seçim yapmak da söz konusu olmaz. "Biz Allah'ın indirdiği bütün kitaplara inanıyoruz" deyip geçebiliriz. Fakat kitaplar arasındaki durum gerçekten böyle mi acaba? Kuran'la Kutsal Kitap aynı şeyi mi yazıyor? Aralarındaki farklılıklar sadece yüzeysel mi? Yalnız ibadet şekilleri mi değişik? Yoksa daha derin zıtlıklar var mı? Ya birbirinden çok büyük ve önemli farklılıkları varsa?
Veya her iki kitabın esas kavramları ve temelleri diğerininkiyle tamamen çelişki içindeyse? O zaman gerçeği arayan kişiler olarak daha derin bir sorunumuz vardır değil mi? İşin sonunda bir karar vermek zorundayız. Çünkü birbirlerine zıt olan iki kavramın, ikisinin de doğru olamayacağı kesindir. Gerçekten de durum böyledir. Değişik kesimler tarafından Allah Sözü olarak kabul edilen bu iki "kutsal" kitap, birçok ortak noktaları olmakla birlikte, bize çok çok farklı kavramlar vermektedirler. Onları bağdaştırmak mümkün değildir. Yani bu iki mesaj özde farklıdır. Önümüzde iki ayrı yol, hatta iki ayrı Tanrı kavramı vardır.
Buna ne diyelim? İkisi birden doğru olamaz! İncil'i okuyacak olursak onda Tevrat'tan çok alıntı göreceğiz. Çünkü İncil, Tevrat'ın devamı ve tamamlayıcısıdır. Daha önce verilmiş vahiy olan Tevrat'a başvurarak, daha sonra verilmiş olan İncil'in aynı kaynaktan olup olmadığını ölçebiliriz. Böyle bir karşılaştırma yaptığımız zaman İncil'in Tevrat ve Zebur'a tamamen uyduğunu görüyoruz. Tanrı'nın Sözü olarak bu kitaplar mükemmel ve ilahi bir vahiy bütünü oluşturuyor. Hâlbuki aynı şekilde Kuran'ı Tevrat ve İncil ile karşılaştırdığınız zaman onun aynı kaynaktan olmadığını görmemek çok zordur. Kuran kendisinden önceki kaynaklardan büyük farklılık gösterir. Buna göre ikisinin de doğru olması kuşkuludur doğrusu.
İki farklı "Vahiy" kavramı yukarıda verdiğimiz örnekte Kutsal Kitap ile Kuran arasında çok esaslı bir fark ortaya çıkmaktadır. Kutsal Kitap'taki vahiy kavramı Kuran'dakinden çok farklıdır. Kutsal Kitap'a göre Tanrı'nın Sözü olan kitaplar İbrahim'in soyu olan Yahudilere emanet edildi (Bkz. Romalılar 3:2). Bu vahiy (yani Tanrı tarafından bildirilen gerçek) kat kat gelişir.
Şöyle ki ilk yazılarla temel konur. Ondan sonra gelen kitaplarla bu yapı kat kat yükseliyor, önceden açıklanan gerçekler daha derinlik kazanıyor. Yani sonradan gelen bölümler önceki bölümleri geçersiz kılmadığı gibi yerini de almıyor. Tersine yan yana durup bir bütün olarak Tanrı'nın planını açıklıyor. Hatta bunlardan bir tanesi bile eksik olsa planın bütünlüğünü kavramamız mümkün değildir. Halbuki Kuran'dan kaynaklanan vahiy kavramı çok farklıdır: Bütün milletlere ayrı ayrı peygamberler gönderilmiştir (Bkz. Fâtır/35:23-24).
Bu nedenle gelen kitaplar aynı genel mesajı tekrarlıyor. Öyle ki, son kitabı bildikten sonra hepsini öğrenmiş oluruz. Bu mantığa dayanarak İslam alimleri, Kuran'ın önceki kitapların hükmünü ortadan kaldırıp onları geçersiz kıldığını ileri sürerler. Fakat böyle bir kuram, insanı başka çıkmazlara sokmaz mı? Örneğin: Yahudilere neden bu kadar çok sayıda peygamber ve kitap gönderilmiştir? Zebur ve İncil neden Tevrat'ın hükmünün ortadan kalkmadığını söylüyor? Neden Yahudilere gelen peygamberler dışında diğer kavimlere gelen semavi kitapların izi kalmadı?
Yoksa çoktanrılı Hindu dininin kutsal kitapları olan "Veda" ile "Bhagavad Gita" da mı Allah'tan geldi? Sonradan gelip Allah'ın Sözü olduğu iddiasında bulunan kitaplara ne diyelim? Örneğin Bahaî veya Mormon kitapları...
Araplara gelen son bir peygamber kavramı doğruysa sonradan ortaya çıkan kavimlere peygamber gelmeyince bunlar haksızlığa uğramıyor mu? Yoksa herkes Arapça mı öğrenecek (Bkz. Yûsuf/12:2)? Eğer Kuran'ın önceki kitapları korumak ve doğrulamak için verildiği söylenmeseydi bir sorun kalmazdı. Onu yeni bir din kitabı kabul eder veya kabul etmezdik. Ama Kuran'da şunları okuyoruz: "Doğrusu Biz yol gösterici ve nurlandırıcı olarak Tevrat'ı indirdik... (Maîde/5:44)"Tevrat'tan sonra Zebur... Dâvûd'a da Zebur'u verdik..." (Enbiyâ/21:105; Nisâ/4:163)"Meryem oğlu Îsâ'yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat'ı doğrulayarak gönderdik. Ona, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önünde bulunan Tevrat'ı doğrulayan İncîl'i sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik." (Maîde/5:46)
"Kur'ân'ı önce gelen Kitâb'ı tasdik ederek ve ona şâhid olarak gerçekle sana indirdik." (Maîde; 5:48)Böylece Kuran, önce gelen Kitap'ın doğrulayıcısı olarak tanıtıldığı için, biz onu önceki kitaplarla karşılaştırarak hükmetmek zorundayız. Hatta Kuran'da bile bu konuyla ilgili olarak şöyle yazıldı: "İncil sahipleri, O'nda indirdikleri ile hükmetsinler. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fâsık olanlardır" (Mâide; 5:47).
Bu Sorunun Önemi bu bölümde karşılaştırmamızın sonucu olan bu ciddi farklılıkları düzenli bir şekilde ortaya koymaya çalışacağız. Bunu yapmadan bu araştırmanın hayati önemini göremeyiz. Tevrat'ta iki kere tekrarlanan şöyle bir ayet vardır:"Yol var ki, adamın önünde doğru görünür; Fakat onun sonu ölüm yollarıdır." (Süleyman'ın Meselleri 14:12; 16:25) Lütfen, Tanrı'nın önündeki sonsuz durumumuzu belirleyecek kadar ciddi konular hakkındaki bilgimiz kulaktan dolma olmasın.
Bizlerin ahiretteki sonsuz utancı veya sonsuz mutluluğu söz konusudur. Asıl kaynakları biraz da olsa incelemeyelim mi? En azından onları bir kere bile okumadan peşin hüküm getirmeyelim! Ucuz bir çözüm Ne yazık ki Kitabı Mukaddes'i biraz bilip onun Kuran'la çeliştiğini gören bazı Müslümanlar bu kaçınılmaz zıtlığa ucuz bir çözüm getirerek; "Tevrat, Zebur ve İncil hak kitaplardır. Fakat hahamlarla papazlar bu kitapları tahrif ettiler. Bugünkü Kitabı Mukaddes Allah'ın Sözü değildir. Bunun için de, Kitabı Mukaddes'in Kuran'la birbirini tutmaması doğaldır. Asıl Tevrat, Zebur ve İncil hakkında bilmemiz gereken her şey Kuran'da bulunur" diyorlar.
Ama önsözde belirttiğimiz ve bundan sonraki bölümlerde göstereceğimiz gibi Kitabı Mukaddes (Kutsal Kitap) Allah'ın Sözü'dür. Onun değiştirildiği iddiası uydurmadır.
Çok yaygın olduğu halde sadece bir yalan ve iftiradır. Kutsal Kitap'ın değiştirildiğine dair hiçbir tarihsel kanıt yoktur. Üstelik Kuran'da bile Tevrat veya İncil'in değiştirilmiş olduğunu ileri süren hiçbir ayet de yoktur! Tersine "Allah'ın sözlerini değiştirebilecek yoktur!" (En âm/6:34) ve "Allah'ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur!" (Yûnus/10:64) diye ayetler vardır. Gücü her şeye yeten ulu Tanrı, kendi kutsal Sözünün değiştirilmesine izin vermez. Tersine, onu korur ve yerine getirir. "Allah, sözünden asla caymayacaktır" (Hacc/22:47). Elimizdeki Tevrat'la İncil sağlam ve güvenilirdir. Onları incelemekle bunu açıkça görebiliriz.
İncil nasıl yazıldı?
İncil Nasıl Yazıldı?
Kutsal Kitab’ın ikinci kısmı olan Yeni Antlaşma (İncil), hem Yahudilerin hem de Hristiyanların kabul ettikleri Eski Antlaşma’nın devamıdır. Tevrat, Zebur ve peygamberlerin kitaplarından oluşan Eski Antlaşma, Kurtarıcı İsa’nın gelişi için Tanrı’nın dünyayı nasıl hazırladığını anlatır;
- Yeni Antlaşma (İncil) ve içindekiler
Yeni Antlaşma, İsa’nın nasıl geldiğini, neler yaptığını anlatır. Eski antlaşma Tanrı’nın vaatlerini içeren kitaptır; Yeni Antlaşma ise bu vaatlerin İsa aracılığıyla nasıl yerine geldiğini belirtir.
Yeni Antlaşma’nın 27 kısmı vardır. İlk dört kısmının (Matta, Markos, Luka, Yuhanna) her birine ‘İncil’ denir. İyi haber anlamına gelen İncil, aslında kitap değildir, Tanrı’nın İsa aracılığıyla dünyaya sağladığı kurtuluş Müjdesidir. Yeni Antlaşma’nın tümü de bu Müjde’yi ayrıntılarıyla anlattığı için birçok ülkelerde İncil olarak tanınır.
İsa Mesih’in kendisi hiçbir kitap yazmamıştır. O’nun kullandığı Kutsal Kitap, Eski Antlaşma denilen İbranice yazıların derlemesidir. İsa’nın sık sık belirttiği gibi Eski Antlaşma Tanrı’nın insanlara ilettiği yetkili bildiridir. İsa Eski Antlaşma’nın öngörülerini gerçekleştirmek için gelmiş olduğunu öğretti. Örneğin, ‘İnsanoğlu (Kendini kastediyor) Kendisine hizmet edilsin diye değil, hizmet etmeye ve canını birçoklarının kurtuluşuna karşılık olarak vermeye geldi” (Markos 10:45) dediği zaman, Yeşaya peygamberin kitabında sözü edilen ‘Tanrı’nın Kul’unun’ Kendisi olduğunu belirtiyordu. Yeşaya’nın sözünü ettiği Kul olan İsa Mesih, canını birçokları için kurban olarak vermekle hizmetini tamamladı, ve böylece insanların günahını yüklenip Tanrı’nın önünde aklanmalarını sağladı (Yeşaya 52:13-53:12). Aynı şekilde, İsa’nın ölümü ve dirilmesinden sonra, O’na bağlı olanlar şunu ilan ettiler: “Kendisine iman eden herkes, günahların bağışlanmasını O’nun adıyla alacaktır, diye bütün peygamberler O’na tanıklık ediyorlar” (Elçilerin İşleri 10:43).
İsa öğrencilerinden ayrıldıktan az sonra, onlar O’nun huzur ve kuvvetinin yeni bir tarzda toplantılarında ve kişisel yaşamlarında gerçekleştiğinin farkına vardılar. İsa’nın göğe çekilişinde önce kendilerine tanrısal kuvvet alacaklarını, bu kuvvetle dünyada kendisinin tanıkları olabileceklerini söylediğini hatırladılar. İsa bu kuvvetin kaynağını “Gerçeğin Ruh’u” ya da “Kutsal Ruh (Ruhülkudüs)” olarak tanımladı, öğrencilerine bir “paraklitos” (yani, ‘Yardımcı’, ‘Öğütçü’, ’Teselli Edici’) olacağını söyledi. Onlara dedi ki, Baba’nın benim adımla göndereceği Yardımcı, Kutsal Ruh, size herşeyi öğretecek, bütün söylediklerimi size hatırlatacaktır... bana tanıklık edecektir. Siz de tanıklık edeceksiniz. Çünkü başlangıçtan beri benimle berabersiniz... Kutsal Ruh, sizi her gerçeğe yöneltecektir. O kendiliğinden konuşmayacak, yalnız işittiklerini söyleyecek ve gelecek olan şeyleri size bildirecektir. (Yuhanna 14:26; 15:26-27;16-13).
İsa’nın yaşamı ve öğrettiklerinin anlatılmasına, İncil’in ‘Elçilerin (Resullerin) İşleri’ adlı kısmında devam edilmektedir. Bu kısımda İsa’nın Kutsal Ruh’un gelmesiyle ilgili vaatlerini yerine getirdiğine dair bol kanıtlarımız vardır. Orada Kutsal Ruh’un İsa Mesih’in dirilmesinden sonra ellinci günde nasıl geldiği anlatılmaktadır. İsa’ya inananlar Kutsal Ruh’un önderliğin altında İsa’nın kurtarma gücüne etkili tanıklar oldu ve O’nunla ilgili müjdeyi Kudüs’ten Roma’ya kadar bütün Akdeniz ülkelerine yaydılar.
Akdeniz yöresi boyunca İsa’nın Müjde’sini yayanların en önemlisi Tarsus’lu Pavlus’tur. O, İsa Mesih’in ilk öğrencilerinde biri değildi; aksine, Kudüs’te ve çevresindeki bölgelerde bulunan küçük Hıristiyan topluluklarına şiddetle zulmediyor ve onu yok etmek istiyordu. Ama Şam’a giderken olağan üstü bir tecrübenin sonucu İsa’ya iman ettikten sonra Pavlus, daha önceleri yok etmeye çalıştığı inancın en büyük savunucusu oldu. İsa’nın müjdesini yaydığı için Pavlus çok sıkıntı ve işkence çekti, uzun zaman hapiste kaldı ve sonunda İ.S. 67 yılında başı kesilerek şehit oldu. Yeni Antlaşma’nın kısımlarından on üçü Pavlus’un yazdığı mektuplardır ve yaşamının önemli bir bölümü Elçilerin İşleri adlı bir kitapta kaydedilmişti. Pavlus’un çabaları sayesinde İsa Mesih’in yolu Pagan dünyasında kökleşti ve nihayet (Pavlus’un ölümünden 250 yıl sonra) Roma İmparatorluğu’nun resmi dini oldu. Pavlus kesinlikle, Anadolu’nun en parlak adamlarında biri olarak sayılmalıdır.
- Yeni Antlaşma'nın el yazması metinleri
1920 yılından beri İngiltere Manchester kentinin John Rylands Üniversitesi kütüphanesi, Yeni Antlaşma’nın şimdiye kadar bulunan en eski kopyasının bir parçasına sahiptir. Bu parça, İ.S. 130-140 yıllarında, yani Yuhanna İncil’inin yazılmasından yalnız 50 yıl sonra yapılan bir kopyaya aittir. Çok ufak olduğu için Yuhanna İncili’nin metninden ancak küçük bir kısmı kapsamaktadır. Fakat hiç değilse Yuhanna İncili’nin o zamanda mevcut olduğunu ve ilk yazıldığı yerden çok uzaklara yayılmış bulunduğunu ispatlayacak kadarının korumaktadır. Çünkü Yuhanna İncili İzmir’e yakın olan Efes kentinde yazılmış, ama parça halinde olan bu kopyası Mısır’da bulunmuştur.
Papirus, Nil nehrinin vadisinde bol bol yetişen bir saz bitkisinin özünden yapılan bir yazma malzemesiydi. Ucuz olduğu için çok kulanılırdı, ama maalesef pek dayanıklı değildi; rutubetli yerlerde çabuk çürürdü. Bu nedenle eski zamanlardan gelme papirus yazılar, ancak çok kuru yerlerde, özellikle Mısır’ın kumlarında saklanılarak zamanımıza kadar gelebilmiştir.
İsviçre’nin Cenevre kentine yakın olan Bodmer Kütüphanesi’nde çok değerli bir koleksiyon vardır. Bu koleksiyon Yeni Antlaşma (İncil) yazarlarının İ.S. ikinci yüzyılın sonlarına ait olan iki eski kopyasını da içermektedir. Bunların birincisi Yuhanna İncili’nin bir kopyasıdır. Bu kopyanın üçte ikisi tamamdır, üçte biri parça halinde bulunmaktadır. İkinci kopya, eskiden dört İncil’in hepsini, ama çürüme nedeniyle şimdi sadece Luka’nın ikinci yarısını ve Yuhanna’nın birinci yarısını kapsamaktadır. Bormer Koleksiyonu, Petrus’un ve Yahuda’nın mektuplarının bir papirus kopyasını da kapsıyordu. İ.S. 200 yıllarına ait olan bu kopya şimdi Roma’daki Vatikan Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Çünkü Papa VI. Paul 1969 yılında Cenevre’ye gittiği zaman, M.Bodmer ona yazıları sunmuştur.
Yeni Antlaşma papirüslerinin başka önemli bir derlemesi İrlanda’nın başkenti Dublin’de bulunan Chester Beatty, 1931 yılında bu papirüslerle birlikte başka birkaç el yazması kitapları da ele geçirmiştir. Bunlar üç tanedir. İ.S. 200 ile 250 yılları arasında yazılmış olan birincisi, tüm haliyle dört İncil’in ve Elçilerin İşleri kitabının Grekçe metnini kapsıyordu; İ.S. 250 ile 300 yıllar arasında yazılmış olan üçüncüsü de Vahiy kitabını kapsıyordu. En iyi korunmuş olanı, Pavlus’un mektuplarının ve İbranilere mektubun kopyasıdır; bunların 104 yaprağından 86 yaprağı hala mevcuttur. Chester Beatty’nın bu el yazması kitapları İ.S. üçüncü yüzyılda Mısır’da Grekçe konuşan bir Hıristiyan topluluğun kullandığı, önceleri herhalde tümü mevcut olan bir Kutsal Kitap metnine aittir.
Grekçede ikinci yüzyılın başları ile on altıncı yüz yılın başlarında yazılan, ya tümü ya da bir kısmı mevcut olan Yeni Antlaşma kısımlarının Grekçe yazılmış 5000’den fazla nüshası elimizde mevcuttur. Bunların en önemli ve geçerlisi dördüncü ve beşinci yüzyıla aittir. Özellikle Londra’da bulunan ve dördüncü yüzyıla ait olan Kodes Sinaitikus ile hemen hemen aynı tarihe ait Roma’da bulunan Kodeks Vatikanus çok önemlidir. İkinci üçüncü yüzyıla ait olan papirus el yazması kitaplardan ayrıntılı olarak söz ettik, çünkü bunlar Yeni Antlaşma metnine ilk tanıklardır ve İznik Konseyi’nden (İ.S. 325) çok önceki bir döneme aittir. Yeni Antlaşma’nın kopyalarının kanıtından başka, elimizde Klement, İgnatius, Polikarp, İraneus, Tertullian gibi İsa’ya iman eden ikinci ve üçüncü yüzyılın yazarlarının eserlerinden Yeni Antlaşma’dan bol bol aktarmalar mevcuttur. Bunlar, o tarihlerde Yeni Antlaşma’nın içinde ne olduğunu bize gayet açıkça gösterir. Ayrıca bu kanıtları daha da güçlendiren, aynı döneme ait Grekçe Yeni Antlaşma’nın başka dillerde, özellikle Süryanice ve Latince çevirileri de vardır. Bu bol kanıtlar, bütün çağdaş çevirilerde okuduğumuz Yeni Antlaşma’nın, ilk kuşakların okuduğu Yeni Antlaşma’nın tam özdeyişi olduğu kanısını getirir.
Önceden dediğimiz gibi Yeni Antlaşma’nın (İncil’in) binlerce eski kopyası vardır. Bunların yapıldığı tarih ile Yeni Antlaşma’nın ilk yazıldığı tarih arasında geçen zaman süresi çok kısadır. Bundan anlaşılır ki, Yeni Antlaşma’nın metni aynı dönemde gelen tüm başka kitaplarınkinden daha sağlam ve güvenilirdir.
Yeni Antlaşma’nın ilginç bir el yazması nüshası 1933 yılında Fırat nehrinde, Salihiye’deki kazılar esnasında bulunmuştur. İ.S. 235 yıllarına ait olan bu nüsha, Grekçe İncil’in küçük bir parçasıdır. Ama bu parça, dört İncil’in birine ait değildir, fasılası bir anlam oluşturmak üzere dört İncil’in içindekileri yenide düzenleyen bir eserden gelmiştir.
Dört İncil’in bu karışımı Tatiyan adlı Asurlu bir Hristiyan’ın yapıtıdır. Bu adam, İ.S. 165 yıllarında şehit olan Hıristiyan filozof Yustin Martir’in öğrencisiydi. Yustin’le beraber Roma’da biraz vakit geçirdikten sonra, İ.S. 170 yıllarında anayurdu Asur’a döndü. Orada “dört ezginin harmonisi” anlamında bir müzik terimi olan Diatessaron adlı eseri meydana getirdi. En çok Süryani dilinde yayıldı, ama Salihiye’de bulunan yazıdan anlaşıldığı gibi Grekçesi de mevcuttur; sonradan Arapça’ya ve birkaç başka dile çevrildi.
Diatessaron, dört İncil’den alınan bilgilerden oluştuğu için, o İncillerin ikinci yüzyıl Hıristiyanlar’ı arasında rakipsiz bir saygı ve yetkiye sahip olduğunu ispatlar.
- Dört İncil ve İsa'ya olan tanıkları
Tatiyan’ın dört İncil’den oluşturduğu eser çok rağbet gördüğüne göre sayın okuyucu belki şunu sorabilir; “Neden ilk önce dört ayrı İncil yazıldı? Tek bir İncil yeterli olmaz mıydı?” Eğer sadece bir İncil olsaydı, Yeni Antlaşma araştırması hayli basitleştirilirdi, bilgimiz ise olduğunda çok daha kıt olurdu. Herhangi bir tarihsel kişiyi düşünelim. Yaşamının sadece bir anlatımı yerine dört anlatımı olsa kendimizi daha şanslı saymaz mıydık? Aynı mantık da İsa’nın yaşam ve öğretileriyle ilgili kaynaklarımıza uygulanmalıdır.
Yeni Antlaşma’nın başında yer alan dört İncil’in hepsi de İ.S. birinci yüzyıl bitmeden önce yazılmıştır. “İncil” adını taşıyan sahte yazılar ikinci yüzyılda veya daha sonra ortaya çıkmıştır. Böylece dört İncil (Matta, Markos, Luka, Yuhanna) kaydedilen olaylara diğer kitaplardan çok daha yakındır. Dört İncil yazarlarında biri olup geleneğe göre Antakya’lı olduğu söylenen Luka, kitabın başlangıcından bize amacı ve metodu ile ilgili bir şeyler anlatmaktadır. Luka, eserlerini adadığı Teofilos adlı ileri gelen bir kişiye hitap ederek şöyle diyor:
“Birçok kişi, aramızda geçen olaylarla ilgili, tıpkı başlangıçtan görgü tanığı olanların ve Tanrı’nın Sözünü yayma hizmetini yapanların bize ilettikleri gibi bir anlatım düzenlemeye girişmiştir. Buna göre, sayın Teofilos, ben de hepsini ta başından beri yakından izlediğimden, öğrendiklerinizin doğruluğunu bilmen için sana sıralı bir anlatım yazmayı uygun gördüm.”
Burada Luka, anlatımının kendi yaratıcı hayal gücüne değil, tarihsel araştırmaya ve görgü tanıklarının tanıklıklarına dayandığını belirtmektedir. Luka, yalnız adını taşıyan İncil’in değil, bunun devamı olan Elçilerin İşleri kitabını da yazmıştır. Tarihin ve arkeolojinin tarafsız kanıtları bu iki kitabın güvenilirliğini tüm ayrıntılarıyla doğrulamıştır. Luka’nın faydalandığı belgelerden biri Markos İncil’iydi; başka bir belgenin de İsa’nın sözlerinden bir derleme olduğu anlaşılıyor. Bu derleme ilk önce İ.S. 50 yıllarında Aramice yazılmış, sonradan birkaç tercüman tarafından Grekçeye çevrilmiştir. Matta İncili’nin de bu iki belgeden faydalandığı anlaşılıyor. Böylece Matta, Markos, Luka İncilleri’nin birbirleriyle yakın bir ilgisi vardır ve birbirlerine çok benzemektedir. Ne var ki, her biri İsa’nın yaşam öyküsünü ayrı bir görüş açısında sunmaktadır. Ama aralarında hiçbir çelişki yoktur. Yuhanna İncili ayrı bir özellik taşıyor. Birinci yüzyılların sonlarına doğru, özellikle o çağdaki genç okuyucuların yararına yazılmıştır. Bu gençler, hem zaman hem mekân bakımından İsa’nın yaşadığı ve öğrettiği ortamdan kim olduğunu açıklamaktır. İsa, ebedi gerçeğin bedenleşmiş şekli, sonsuz hayatın kaynağı ve Tanrı’ya giden tek yol olarak nitelendirilmektedir. Buna göre, İsa’nın yaşamı ve öğrettikleri, tüm zamanlarda, tüm yerlerde, bütün insanlar için sürekli bir önem taşımaktadır.
Luka İncili gibi, Yuhanna da kendi İncil’inde görgü tanıklarının şahadetine dayandığı iddiasındadır. Bu, Yuhanna İncili’nde İsa’nın çarmıhta ölürken söylediği “Tamamlandı!” sözlerinden (Yuhanna 19:30) hemen sonraki olup bitenleri anlatan bölümlerde en açık şekilde görülür. Çarmıha gerilen suçluların ölümünün hazırlanması istenince bacakları kırılırdı. Çarmıhın direğine çakılan bacaklarının desteği olmadan soluk alamayan suçlular çabuk boğulup ölürlerdi. İsa’nın ve her bir yanında bulunan iki suçlunun çarmıha gerildiği günde ölümlerin hızlandırılması isteniyordu. Çünkü sonraki gün hem haftalık Sept (Cumartesi) günü hem de Yahudilerce çok kutsal sayılan yıllık Fısıh Bayramı olduğundan, iki misli kutsal bir gündü ve ölüleri açıktan açığa asılı bırakmak o günün kutsallığını bozardı. Yuhanna olayları şöyle antıyor:
“Bunun üzerine askerler geldiler, birinci adamın ve onunla beraber çarmıha gerilmiş olan öteki adamın bacaklarının kırdılar. Ama İsa’ya gelip O’nun ölmüş olduğunu gördükleri zaman bacaklarını kırmadılar. Buna karşılık askerlerden biri, O’nun böğrünü mızrakla deldi. Böğründen hemen kan ve su aktı.”
Burada Yuhanna şu ciddi ifadede bulunmak için anlatımına ara veriyor:
“Bunun üzerine askerler gidip birinci adamın, sonra da İsa'yla birlikte çarmıha gerilen öteki adamın bacaklarını kırdılar. İsa'ya gelince O'nun ölmüş olduğunu gördüler. Bu yüzden bacaklarını kırmadılar. Ama askerlerden biri O'nun böğrünü mızrakla deldi. Böğründen hemen kan ve su aktı. Bunu gören adam tanıklık etmiştir ve tanıklığı doğrudur. Doğruyu söylediğini bilir. Siz de iman edesiniz diye tanıklık etmiştir. Bunlar, “O'nun bir tek kemiği kırılmayacak” diyen Kutsal Yazı'nın yerine gelmesi için oldu.” (Yuhanna 19: 32-35)
Görgü tanıklarının nesli azalıp tükenmeye başlayıncaya kadar, İncillerin yazılmasına başlanmadı. İsa’yı tanıyan ve görüp işittiklerini anlatabilen insanlar sağ oldukça, bir kitabın yazılmasına gerek yoktu. Ama görgü tanıkları birer birer ölmeye başlayıca, yazılı kayıtlara gereksinme acil oldu. Oysa bu yazılı kayıtlar görgü tanıklarının tanıklıklarından sapamazdı. Çünkü İsa’yı tanıyan görgü tanıkları hala yaşıyordu ve onların anlattıklarını işitmiş olan birçok kişi de vardı. Bu nedenle Yeni Antlaşma’nın yazarları bilinen gerçeklere aykırı herhangi bir bilgi verseydi, o zamanda yaşayan Hıristiyanlar bunu hemen anlarlardı.
Dört İncil daha yazılmadan önce, İsa’yı bizzat tanımış ya da görgü tanıklarını işitmiş olanların dikkatli koruyup ağızdan ağıza söyledikleri İncil vardı. Dil uzmanlarının bildiği gibi sözlü anlatım belirli kurallara uyar. Bu kurallar, anlatılan bilgilerin sonra gelen kuşaklara iletilmesini sağlar. Böylece sözlü anlatım en azından yazılı kayıtlar kadar, hatta bazen daha da güvenilirdir. Uzman, yazılı İncil’in gerisinde sözlü anlatım özelliklerini fark edebilir. Bu özellikler ayrıca Elçilerin İşleri kitabında kaydedilen nutuklarda ve dört İncil’den bile önce yazılan, İsa ile ilgili gerçeklerden söz eden Pavlus’un mektuplarından görülür.
Yazılan ilk İncil Markos İncil’iydi, aşağı yukarı İ.S. 58 yıllarında. Bu İncil, bahsettiği şahsiyetin gerçek kimliğiyle ilgili olan şu ifadeyle başlıyor:
“Tanrı’nın Oğlu İsa Mesih’in Müjdesinin (İncili’nin) başlangıcı.”
Yeni Antlaşma’da sık sık rastlanan “Tanrı’nın Oğlu” deyimi, yanlış anlaşıldığında bazı kişiler için güçlüğe sebep olmuştur. Bu deyimde ‘Oğul’ kelimesi normal biyolojik anlamında kullanılmamaktadır. İsa’ya uygulayınca, ‘Oğul’ terimi yalnız İsa’nın Baba Tanrı’yla olan sürekli, eşsiz ilişkisine değil, Baba Tanrı’yı mükemmel bir şekilde insanlara göstermesine de işaret etmektedir. Aslında ‘Tanrı’nın Oğlu’ deyimi ile Yuhanna’nın İsa’ya uyguladığı ‘Kelam’(Tanrı’nın Sözü) terimi arasında pek anlam farkı yoktur.
Hem ‘Oğul’ hem de ‘Kelam’ Tanrı’nın özünden doğan ve O’nun sıfatlarını açıklayan demektir. Aslında Tanrı başka zamanlarda değişik yollarla, örneğin peygamberleri aracılığı ile Kendisini göstermiştir. Ama en son olarak en mükemmel şekilde Kendisini İsa Mesih’te gösterdi.
‘Oğlu’ terimi, ayrıca şu demek oluyor ki, Tanrı sadece İsa’nın dünyaya gelmesiyle ve insanlar arasındaki hizmetiyle değil, bir de (hatta en çok) ölümü ve dirilişiyle Kendisini gösterdi. Yuhanna bu konuda şöyle diyor: “Su ve kanla gelmiş olan budur, İsa Mesih.” Yani, suda vaftiz edilirken Tanrı’nın Oğlu olarak ilan edilen Mesih, kanını döküp öldüğü zaman da yine Tanrı’nın Oğlu olduğunu gösterdi. Ve Yuhanna söylediklerini vurgulamak için aynı sözleri tekrarlıyor: “(İsa) yalnız suyla değil, suyla ve kanla (geldi)” (1 Yuhanna 5: 6). Markos da İsa’nın çarmıhta öldüğü anda “Tapınağın perdesi yukardan aşağıya kadar yırtıldı, iki parça oldu” diye anlatıyor (Markos 15:38). Demek istediği şudur ki, Tanrı’nın gözle görülemez huzuru eskiden tapınaktaki perdenin arkasında gizleniyordu, Markos’un anlattığına göre, İsa’yı çarmıha geren ve şaşılacak olayları gören Roma’lı yüzbaşı, İsa’nın öldüğünü görünce, “Gerçekten Bu Adam Tanrı’nın Oğluydu” diye haykırdı (Markos 15:39).
Yukarıdakiler başlangıçtan beri İsa Mesih’e bağlı olanların inancının özüdür. Yeni Antlaşma dışında başka bir örneği aktarabiliriz: Antakya’lı imanlılar topluluğunun önderi olan İgnatius; İ.S. 110 yıllarında Efes’teki Hıristiyanlar’a yazdığı mektupta İsa’yı şöyle nitelendiriyor: “Rabbimiz İsa Mesih yegane Hekimdir. Hem bedeni hem de ruhu vardır. Kadından doğmuş olmakla beraber başlangıcı yoktur. İsa insan vücuduna bürünmüş Tanrı’dır. Ölümle gerçek yaşamdır; Meryem’in Oğlu ve Tanrı’nın Oğludur; önce sıkıntı çekmiş, sonra sıkıntıdan kurtulmuştur.” (İgnatius’un Efeslilere mektubu 7:20)
İsa’nın yaşamı ve öğrettikleriyle ilgili bilgimizin çoğu Hıristiyan yazarlardan gelmektedir. Buna şaşmamalı; İsa’ya bağlı olanların olmayanlardan daha fazla kendi topluluklarının kurucusuyla ilgilenmesi doğaldır. Ama Mesih’e inanmayan ilk yazarlardan gelen bilgiler, İncillerde anlatılan gerçeklerin başlıca ayrıntılarını doğrulamaktadır. Örneğin, Roma’lı tarihçi Takitus, İmparator Neron’un İ.S. yıllarında Roma kentini yok eden yangından sonra kendi suçunu Hristiyanlara yüklemeye çalıştığını anlatıyor. Takitus, Hıristiyan adından ilk kez eserinin bu yerinde söz etmektedir; Hıristiyan(İsa Mesih’e bağlı) sözcüğünün “Tiberius imparatorken vali Pontus Pilatus’un hükmüyle idam edilmiş olan İsa Mesih’ten alındığını belirtmektedir. (Anallar 15:44) Takitus bunları yangından elli yıl sonra yazmıştır, ama yangın olduğu zaman oniki yaşında bir çocuktu onun için o zamanda anlatılanları hatırlayabilmiştir.
Yahudi tarihçi Yosefus (İ.S. 37-105) şunları yazmıştır:
“Bu zamanlarda İsa adlı bilge bir adam vardı, eğer O’na adam demek doğruysa... Çünkü O, şaşılacak işler yapan biri olup, gerçeği sevinçle kabul edenlerin öğreticisiydi. Yahudilerin ve Paganların (Yahudi olmayanların) birçoğunu Kendi tarafına çekti. O’nun Mesih (beklenen Kurtarıcı) olduğuna inanılıyordu. Pilatus da, aramızdaki ileri gelenlerin önerisine uyarak, daha önceden O’nu sevenler Kendisini terk etmediler. Çünkü O, çarmıha gerilmesinden sonra üçüncü günde tekrar onlara diri olarak görünmüştür; nitekim Tanrı’nın diğer peygamberleri de O’nunla ilgili onbinlerce şaşılacak şeyleri önceden haber vermişlerdi. Adları İsa Mesih’ten alınan Hristiyanların nesli de bugün bile tükenmiş değildir.
Bugün Kuzeybatı Anadolu’da bulunan Bitinya vilayetinin Romalı valisi Pliniyus (İ.S. 69-113), İmparator Trayanus’a yazdığı mektupların birinde şöyle yazmıştır:
“İmparatorun heykeline tapınmadıkları için cezalandırdığım Hristiyanların dediklerine göre, suçları yahut hataları özet olarak ancak şu kadardı: Tanrı’ya söyler gibi Mesih’in (İsa Mesih’in) şerefine sıra ile ilahi söylemek üzere kararlaştırılan bir günde güneş doğmadan önce düzenli bir şekilde toplanmışlardı.”
Üçüncü yüzyılın ilk yarısında yaşayan Afrikanus, İ.S. 52 yıl civarında yaşamış olan Tallus, eserinde Rab İsa çarmıha gerilirken ortalığı kaplayan karanlığın bir güneş tutulması olduğunu öne sürmüştü. Afrikanus bunu kabul etmeyerek söyle diyor:
“Tallus, kendi tarihinin üçüncü kitabında bu karanlığı bir güneş tutulması olarak açıklıyor ki, bu bana oldukça mantıksız bir açıklama olarak geliyor.”
Talmud adlı kitapta anlatılan Yahudi hahamlarının geleneklerine göre Nasıralı İsa
“İsrail’de bir günahkardı, bilgelerin sözlerini hor gördü, halkı baştan çıkardı ve sihirbazlık etti.” (Sihirbazlık demelerinin sebebi İsa’nın mucizelerini açıklamanın başka bir yolunu bulamamış olmalarıydı).
Talmud’a göre “İsa, ne Musa’nın yasasından birşey kaldırmak ne de ona birşey eklemek için geldiğini söyledi. Fısıh bayramı arifesinde asıldı.” Bu düşmanca bir anlatımdır, ama İsa’ya karşı duranların kişisel yorumuna dayanmakla beraber İsa Mesih’le ilgili tarihsel olayları inkar edememiştir.
- Yeni Antlaşma'nın dili
İsa’nın genellikle kullandığı dil büyük olasılıkla Aramiceydi. Bu dil, o zamanda Filistinde yaşayan Yahudiler’ in ve Suriye ile Mezopotamya’nın birçok bölgelerinde yaşayanların ana diliydi. Aramice, sami dillerinden olup İbranice ve Arap diliyle akrabadır. İsa’nın Aramice sözcük ve deyimlerinden bazıları İncil’de asıl şekliyle korunmuştur. Örneğin, Markos 5:41’de İsa, Yair’in kızını ölüm döşeğinden kaldırırken “Talita kum” (kızcağız, kalk) dedi. Markos 7:34’te sağır ve dilsiz adama işitme ve konuşma yeteneğini geri verirken “Effata!” (açıl!) diyerek ah çekti. İsa’nın özellikle Tanrı’ya hitap etmek için Abba (Baba) sözcüğü daha sonra Grekçe konuşan imanlıların diline geçti. (Markos 14:36, Romalılara 8:5, Galatyalılara 4:6’ya bkz). İsa çarmıhta elem çekerken 22. Mezmurun birinci ayetinin Aramice çevirisinden gelen şu sözleri tekrarladı (Markos 15:34): “Elohi, Elohi, lama şevakatani?” (Tanrım, Tanrım, beni niçin bıraktın?). İsa Mesih’in ilk öğrencilerinden çoğu Aramice konuşurlardı. Onların da Aramice deyimlerinden bazıları korunmuştur. Özellikle Marana-ta (Rabbimiz, tez gel!) sözü. Bu, birbirleriyle paylaştıkları yemekte İsa’ya hazır bulunmasını yalvardıkları duaydı. (1 Korintlilere 16:22)
Oysa İnciller, Yeni Antlaşma’nın diğer kısımlarıyla birlikte, Aramice değil, Grekçe yazılmıştır. İsa’nın ve ilk öğrencilerinin Aramice sözleri bize şimdiki şekliyle erişmeden önce Grekçe’ye çevrilmiştir. Bu neden böyle oldu?
Birinci sebebi, Büyük İskender’in fetihlerinden beri (İ.Ö. 336-323) Filistin, Hellenistik dünyanın bir parçası olmuştu. Anadili Aramice olan Filistinliler bile, o zamandan sonraki kuşaklarda Hellenistik kültürün birçoğunu benimsememişlerdi. Din ya da yurtseverlik nedeniyle birçok kişi Grekçe konuşmamayı tercih ettiyse de, o dili iyi anlayabilirlerdi. Filistinli Yahudiler’in çoğu herhalde İbranice de anlarlardı; ancak kutsal bir dil sayıldığından, evden veya çarşıdan daha çok sinagoglarda kullanılırdı. Bazen Yeni Antlaşma “İbranice’den” söz ettiği zaman, Aramice’yi kastetmektedir. Örneğin, İsa’nın çarmıhta başı üzerinde asılan suç yaftasında “Yahudiler’in Kralı” sözünün İbranice, Latince ve Grekçe olarak yazıldığını anlatıyor. (Yuhanna 19:19-20). Burada sözü geçen İbranice (yahut Aramice) ve Grekçe’den başka, neden Latince de yazılsın? Latince, Roma ordusunun resmi diliydi de ondan. Platus Yahudiye’deki Roma ordusunun komutanı olduğundan, suçluları çarmıha germe işini yerine getiren kendi askerleriydi.
İkinci sebebi, İncil Grekçe’den başka dil bilmeyenler arasından hemen yayıldı. Bu yayılış, ilk önce Filistin’in kendisinde (örneğin, çoğunlukla Grekçe konuşulan Sezariye’den), sonra Suriye’de ve Anadolu’da (özellikle Grekçe konuşulan büyük Antakya kentinde) ve Doğu Akdeniz’in diğer ülkelerinde oldu. Bu ülkelerde en çok konuşulan ve anlaşılan dil Grekçeydi. Kudüs’ten ve Filistin’in Aramice konuşulan başka merkezlerinden uzaklaşır uzaklaşmaz, İsa’nın Elçileri’nin ve diğer İncil vaizlerinin kullandıkları dil Grekçeydi. O zaman Grekçe konuşulan Tarsus kentinde doğan Pavlus, kentte yaygın konuşulan dili öğrenmeden önce kendi muhafazakar Yahudi ailesinin ortamında Aramice öğrendi. Ama ister istemez Tanrı’nın Paganlara (çok tanrılılara) gönderdiği elçi olarak mektup yazmak için Grek dilini kullanmak zorundaydı. İncil yalnızca Yahudiler için değil, herkes için olduğuna göre, Hristiyanlığın temel yazıları, İncil’in yayıldığı bölgelerde en çok kullanılan dillerde, yani Grekçe olarak yazılıp yayımlandı. İ.S. ikinci yüzyıldan itibaren İnciller ve diğer Yeni Antlaşma yazılarının bazıları, Aramice’nin bir şekli olan Süryani dilinde yayımlandı, ama bu Süryanice Yeni Antlaşma, Grekçeden çevrilmiştir. Yine de dil uzmanları, İsa’nın sözlerinin Grekçesini dikkatle inceleyerek Aramicesini kolay tahmin edebilirler.
Osmanlı imparatorluğunun döneminde Sultan, fermanlarını birçok dilde yayımladı halde, o fermanların Yunancası, İslavcası, Arapçası v.s. orijinal Türkçesi kadar geçerli sayılırdı. Kimse, “orijinal Türkçesini görmedikçe Sultanın fermanını kabul etmem !” diye bir şey diyemezdi. Aynı şekilde kimse, “İsa Mesih’in sözleri bir başka dile çevrilince geçersiz sayılır” diyemez.
- Yeni Antlaşmadaki kitapları listesi nasıl seçildi
İmparator Konstantin’in emriyle İ.S. 325 yılında toplanan ve 300 kadar Hıristiyan önderden oluşan İznik Konseyi, İsa Mesih’in Baba Tanrı ile bulunduğu ilişkiyi mümkün olduğu kadar kesinlikle tanımlamakla ilgilendi. Hangi dinsel kitapların geçerli sayılıp sayılmaması gerektiğini tanımlamakla ilgilenmedi. İsa’ya inananlarca kabul edilen kutsal yazıların resmi listesi çoktan kararlaştırılmıştı. Hala bu yazılar, İznik Konseyine katılanların toplanmış olmalarının amacını yerine getirmek için dayandıkları temel belgeleri oluşturdu.
Kutsal Yazıların bu listesi, Hristiyanların temel kayıtlar olarak tanıdıkları kitaplardan oluşup bu topluluğun yaşam ve imanının temel dayanağıdır. Kilise zaten herkes tarafından tanınan kutsal kitapların derlemesine sahip olarak ortaya çıktı. Önceden belirttiğimiz gibi İsa Eski Antlaşma yazılarını kendisine tanıklık edenlerin kitapları olarak açıkladı. İsa’nın öğrencileri Eski Antlaşma’da bulunan ön bildirileri İsa’nın gerçekleştirmiş olduğunu anladılar. Böylece kilise Eski Antlaşma’yı Tanrı’nın ilham ettiği kitap olarak miras aldı. Ama İsa’nın gerek dünyada iken kendi ağzıyla söylediği sözler gerekse de Kutsal Ruh aracılığıyla öğrencilerine ilham ettiği öğretiler, Eski Antlaşma peygamberlerinin sözlerinden daha az geçerli sayılamazdı. Bununla birlikte,
Bu öğretiler yazılı hale geçmedikçe, öğretileri kapsayan yazılı bir derleme oluşturmak için toplanmadıkça, bu derleme inancın ve uygulamanın ölçüsü olarak kabul edilmedikçe, Yeni Antlaşma’yı oluşturan yazıların resmi bir listesinden söz edilemez.
Belirttiğimiz gibi Yeni Antlaşma’nın ayrı ayrı kısımlarının hepsi İ.S. birinci yüzyılın sonundan önce yazıldı. Bu kısımların bazılarını derleme süreci, birinci yüzyılın sonuna doğru başladı ve ikinci yüzyılda devam etti. İkinci yüzyılın başlarında iki önemli derleme yapıldı: biri, dört İncil’in derlemesi, diğeri de Pavlus’un mektuplarının derlemesiydi. Bu iki derleme arasındaki bağlantıyı sağlayan ve onları tek bir derleme oluşturmak üzere bir araya getiren başka bir yazı da Elçilerin İşleri kitabıydı. Bu yazı, İnciller’de sözü edilen olaylar hakkındaki anlatımın sadece devamı değildir, aynı zamanda Pavlus’un ilk mektuplarını daha büyük anlayışla okuyabilmemiz için imkan sunmakta; ayrıca Pavlus’un İsa’ya ettiği elçilik görevi ve diğer elçilerden (havarilerden) bazılarının da görevleriyle ilgili ayrı bir kanıt vermektedir.
Bu büyük derleme, birinci yüzyılın diğer birkaç Hıristiyan önderlerinin yazılarıyla birlikte, yetkisi eşsiz olan bir Kutsal Kitap olarak hemen kabul edildi. Yeni Antlaşma denilen bu Kutsal Kitap hem sapık dinlere inananlar, hem de doğru inançlı sayılan Hıristiyanlar tarafından geçerli sayılıyordu. 1945 yılında Yukarı Mısır’da bulunan Nag Hammadi’de eski bir Kıpti Kütüphanesi keşfedildi. Kütüphanede İ.S. ikinci yüzyılın ortalarında aslı Grekçe olarak yazılmış olan Hıristiyanlıkla ilgili kitaplardan birkaçının Kıptice çevirileri vardı. O kitapların bazılarını Valentinusçular denilen bir tarikatın üyeleri yazmışlardı. Hakiki kiliselerin liderleri bu kitapları doktrin bakımından sağlam olarak kabul etmedilerse de Valentinusçuların aynı Yeni Antlaşma’yı kullandıklarını ve Tanrı’nın gönderdiği bir kitap saydıklarını biliyorlardı.
Yeni Antlaşma’nın yazılmasından uzun bir süre sonra İ.S. ikinci yüzyılda bazı sapık tarikatlar ortaya çıktı. Bunların kimisi Yeni Antlaşma’dan beğenmedikleri kısımları çıkarmak, kimisi de Yeni Antlaşma’ya sözde yeni vahiyler eklemek istiyorlardı. Ama İsa Mesih’in gerçek izleyicileri, Yeni Antlaşma’yı oluşturan 27 kısmı çoktan kabul etmiş, o kitabın içindekileri iyi biliyorlardı. Bu nedenle sapıkların girişimleri başarısızlığı uğradı. Hangi dinsel kitapların geçerli sayılıp sayılmayacağını kararlaştırmak için bir konseyin toplanmasına gerek yoktu. Yeni Antlaşma kendi üstün nitelikleri sayesinde tüm imanlılara kendini kabul ettirdi. Muratori Kanon’undan da anlaşıldığı gibi Yeni Antlaşma’yı oluşturan kısımların resmi bir listesi imanlılarca en geç İ.S. 170 yılına kadar hazırlanmıştı. Bundan anlaşılır ki Yeni Antlaşma, İ.S. 325 yılında toplanan İznik Konseyi’nden çok önce, Eski Antlaşma ile beraber imanlılarca tek geçerli kitap olarak benimsenmişti.
Tekrar önemle belirtmeliyiz ki, Yeni Antlaşma’yı oluşturan kısımlar bir konsey ya da bir papazlar grubu tarafından seçilmedi ve kesinlikle zorla kabul ettirilmedi. İsa Mesih’in yolu dördüncü yüzyılda “Hıristiyanlık” denilen resmi din haline gelinceye kadar, devlet düzeni ve papaz düzeni yoktu. Aksine Mesih’in izleyicileri hor görülen ve şiddetle zulmedilen bir azınlıktı. İsteseydiler bile hiçbir kutsal kitabı zorla kabul ettiremezlerdi. Bazı putperest Roma imparatorları Yeni Antlaşma’yı okuyanları ölüm cezasına çarptırırlardı. Hristiyanların Yeni Antlaşma’nın güvenilirliği hakkında herhangi bir kuşkusu olsaydı, o kitabı okumaz, canını tehlikeye sokmazlardı.
Kuşkusuz Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’dan yüzyıllarca sonra yazılan ve “İncil” olduğu iddiasında bulunan bazı sahte eserler (örneğin “Barnabas İncil’i”) vardır. Bunlara “Apokrifal” yani doğruluğu kabul edilmeyen uydurma İncil’ler denir. Eğer böyle eserlerin Yeni Antlaşma’daki dört İncil’in yanısıra yer almaya layık veya dört İncil’den üstün olduğu iddia edilirse, şu sorular sorulmalı: “Bu eser hangi tarihte yazıldı? Dört İncil kadar eski midir? Dört İncil gibi İ.S. 60 yıllarında, yani İsa Mesih’in dünyadan ayrılmasından 30 yıl kadar sonra mı yazıldı? İsa Mesih’i tanımış olan ya da tanımayanlarla aynı çağda yaşayan bir kimse tarafından mı yazıldı? Eserin güvenilir ve kaydettiği olaylardan az sonra yazıldığına dair ne kanıtlar vardır?” Kanıtlar istenince sorun çabuk çözülür!
- Yeni Antlaşmanın amacı
Yeni Antlaşma (İncil), sadece İsa ve Onun ilk izleyicileri ile ilgili tarihsel bilgileri vermek için yazılmadı. Aynı zamanda okuyucularının günlük yaşamlarını pratik bir şekilde etkilemek için, Rab İsa Mesih’e iman ve itaat etmeleriniözendirmek için yazıldı. Yeni Antlaşma’nın öğrettiklerini okuyan, ciddiye alan ve yaşamlarına uygulayan kişilerin ve toplumların son derece uygar, istikrarlı, düzenli ve mutlu olduğuna şaşılamaz.
İsa’nın on iki elçisinden olan Yuhanna’nın kendi İncil’i hakkında söyledikleri, Yeni Antlaşma’yı oluşturan tüm kısımlar hakkında söylenebilir:
“İsa, öğrencilerinin önünde, bu kitapta yazılı olmayan başka birçok mucizeler yaptı. Ama bunlar, İsa’nın Tanrı’nın oğlu Mesih olduğuna iman edesiniz ve iman etmekle Onun adıyla yaşamınız olsun diye yazılmıştır.” (Yuhanna 20:30-31).
Yazar: Profesör F. F. Bruce
Kurbanın gerçek anlamı
Bütün dünyanın yerine bir tek kişinin kurban olması kavramı Kurban Bayramı'nın özüdür. Ancak bu kavram Müslümanlar tarafından bilinmemektedir.
Özellikle Kurban bayramı yaklaştığı zaman; Kurban düşünceleri beni sarmaya başlar. Kurbansız bir kurban bayramını düşünemeyiz, değil mi? Acaba; "Kurban nedir?" diye kendinize hiç sordunuz mu?
Bu eylem kültürümüz içine nereden geldi ve ne zamandan beri uygulanmaktadır? Ben size, "Bu uygulama tarih boyunca çeşitli kültürlerde görülebilen bir ibadet şeklidir" desem şaşar mısınız? Şaşmayınız çünkü gerçekten insan yeryüzünde bulunalı kurban kesmiştir ve bunu dini bir tören şekli içinde uygulamıştır. Öyleyse kurbanın anlamı ve önemi nedir?
Günümüzde kurban, Allah'ın birliğine inanan ve dünya çapında tanınan Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman dinlerine bağlı her bireyin temel inanç öğelerinden başta gelenidir. Bu konuda Yahudilerin inancını yakından incelersek, kurban kesme gereğinin insan günahına dayandığını göreceğiz.
Hıristiyanlara gelince onların kurban kesme uygulamaları yoktur, ama Yahudilerinkinden kaynaklanan kurban inançları vardır. Yahudiler, 'Fısıh' denilen bir bayramlarında, günahların bağışlanması için kurban keserlerdi. Hıristiyanlar ise, İsa Mesih'in gelişiyle bu kurban uygulamasının sona erdiğini kabul ederler. Ayrıca Müslüman inancına baktığımızda görebiliriz ki kurban kesme eylemi bir din gereği olarak kabul edilir. Müslümanlıkta bu din gereği hala sürdürülmektedir.
Kurbanın kesilişinde en önemli etken, kesilen hayvanın eti ya da kemiği değil de onun akıtılan kandır.
Kan, ölüm kalım konusunda mecazi anlamlarla yüklü bir sözcüktür. Yalnız Türkçemizde değil, başka dillerde de 'kan' sözcüğü yaşamı, canı betimler. Kurban kesildiğinde de bilmem farkına vardınız mı, kesilen hayvanın kanı son damlasına kadar akıtılır. Bunun simgesel bir anlamı olduğunu biliyor musunuz? Bunu açıklamadan önce kurbanı genel bir şekilde gözden geçirmek isterim.
İncil'de kurban hakkında yazılanları incelersek Kurbanın bir simge olduğunu göreceğiz. Ama neyi simgeler? Önce demiş olduğum gibi, günahların bağışını! Kurban edilen hayvanın kanı akıtılıyor ve bu kan sadece bir simge olarak günahlar için bir canın verilmesi gerektiğini simgeliyor. Şimdi önemli bir noktaya açıklık getirmek isterim: Mademki Kurban sadece bir simgedir, kurban kesmekle günahların bağışı sağlanamaz. Günahların bağışını sağlayan başka bir şeyi simgeler; ona işaret eder.
Simgeleri saymaya devam edelim. Yine simgesel şekilde, kurban edilecek hayvan kusursuz olmalıdır. Özellikle Kurban bayramında bu özellik kurbanlık hayvanda aranır. Kesilecek olan hayvanın sakat ya da hastalıklı olmaması gerekir, değil mi? Bu özellik nereden günümüze kadar geldi? Bir simge olarak hayvanın kusursuz olması gerekir, çünkü Kutsal Yazılara göre, insan günahının bağışlanabilmesi için ya günahlı kişinin kendisi ölüm cezasına çarptırılacak ya da onun yerine kusursuz bir can verilecektir.
Ne kadar özen göstersek bile hiçbir hayvan, hiçbir yaratık tam anlamıyla kusursuz olamaz. Aslında, tek kusursuz Kişi Allah'ın kendisidir. Kesilecek kurban kusursuz olmalı denildiğinde, o hayvanın bir gözle görülebilir sakatlığı, hastalığı ya da kusuru olmaması gerektiği anlaşılır. Bu da kurbanın simgelediği, işaret ettiği Kişinin, yani insanların günahı için bir kez kendisini kurban olarak sunmuş olan Mesih İsa'nın kusursuzluğunu gösterir.
Kusursuz kurban simgesi, Tanrı'dan gelen esinle eski zaman peygamberleri tarafından insanlığa duyurulmuştur. İbrahim peygamberin hayatına baktığımızda görüyoruz ki İbrahim, Tanrı'nın kendisine verdiği bir buyruğa uyarak biricik öz oğlunu kurban olarak sunmaya girişti.
Bir açıdan Allah bu eylemle İbrahim'in imanını deniyordu, ama daha önemli bir gerçeği de hem İbrahim'e hem de İbrahim'in gösterdiği iman yolunda yürüyecek olanlara duyuruyordu. Gerçek şudur: İbrahim can yürekten sevdiği biricik oğlunu kurban yoluyla Allah'a vermeye hazırdı. Rab Allah ise dünyadaki insanların tüm günahını kaldırmak için kendi özünden dünyaya gönderdiği biricik Mesih'ini verdi O'nu feda etti. İbrahim kendi özünden dünyaya gelen oğlunu feda etmeye hazırdı, ama aslında bunu yapmaya gerek kalmadı. Allah ise kendi özünü dünyaya insan bedeninde gönderdi.
Bu konuda Tanrı Sözü şöyle yazar:
"İsa görünmez Tanrı'nın görüntüsü, bütün yaradılışın ilk doğanıdır. Gökte ve yeryüzünde, görünen ve görünmeyen şeyler, gerek tahtlar, gerek egemenlikler, gerek yönetimler ve gerekse yetkiler, bütün şeyler Onda yaratıldı. Her şey Onun aracılığıyla ve Onun için yaratılmıştır. Her şeyden önce var olan kendisidir ve tüm varlıklar Onda uyum içindedir" (Koloseliler 1:15-17).
İbrahim oğlunu feda etme zorunda kalmadı çünkü Tanrı'nın meleği ona engel oldu. İbrahim'in hayatında gerçekleşen bu olay İbrahim den yüzlerce yıl sonra yer alacak olan çok daha önemli bir başka olayın gölgesiydi. Tanrı özünden gelen biricik İsa Mesih'in bizim günahlarımız için kurban edileceğine işaret ediyordu.
Bir canın başka bir can uğruna feda edilmesi yeni bir düşünce değildir. Kutsal Kitabı araştırırken gördüm ki ilk kurban Tanrı tarafından kesildi. Adem ile Havva, yani bizim atalarımız, günah işleyince birden çıplak olduklarını gördüler. İlginç olan şu ki günah işlemeden önce çıplak oldukları halde bunu fark etmemişler, önemsememişlerdi. Günah işledikten sonra Tanrı'nın bu durumu nasıl hallettiğini Kutsal Kitap şöyle açıklar:
Rab Allah Adem ile karısı için deriden kaftan yaptı ve onlara giydirdi.
İşte bu sözde ilk kurbanın kesildiğini görürüz. Deriden kaftan yapılması için bir hayvan kesilmeliydi. Tanrı Adem ile Havva'nın fiziksel çıplaklığını değil de simgesel yönden onların günahını, ruhsal çıplaklıklarını örtmüştü. Yani hayvanın kesilmesi, yani kurban edilmesi insan günahının örtülmesi için yapılması gereken çok önemli bir şeye işaret ediyordu. Bir canın kurtulması için başka bir can verilmeliydi.
Günahların örtülmesi için kesilen kurbanlar daha sonra İbrahim oğulları arasında sürekli biçimde uygulan ve tanrı tarafından onaylanan bir dini tören haline geldi. İbrahim oğulları kırk yıllık bir süre içinde çölde dolaşırken, 'Rabbin Çadırı' denilen bir çadırda Allah'a tapınırlardı.
Çadırın şekli, içindeki odalar ve eşyalar hep Tanrı'nın verdiği talimata göre yapılmıştı. Tanrı'nın sözüne göre bu Çadır, gökte, Cennette olan gerçek Tapınağın bir örneğiydi. Çadırın içinde bulunan her şey, kesilen kurbanların kanıyla serpilip simgesel biçimde temizlenirdi. Sonra yılda bir kez, baş kahin hem kendisi hem de temsil ettiği insanlar için bir kurban kesip çadırın 'En Kutsal Yer'i diye bilinen yere girer, orada günahların örtülmesi için dua ederdi. İşte tüm bu uygulamalarda yine kurbanın günahları örtmek amacıyla kesildiğini görüyoruz.
Şimdi bizim bildiğimiz kurbana dönelim. Bizde kurban, dinin buyruklarından birini ya da bir adağı yerine getirmek için kesilir. Ama Türk Dil Kurumu, kurbanın mecazi anlamını şöyle açıklar: "Bir ülkü uğruna feda edilen ya da kendisini feda eden kimse."
Şimdi düşünelim, insanın günahlarını örtmek yüce bir amaç sayılmaz mı? Diyelim ki bir kişi günahlarımız uğruna ölür de onun ölümüyle tüm günahlarımız ortadan tümüyle kalkar. O zaman o kişinin ölümü değerli olmaz mı? Olur elbet! Böyle bir şey oldu mu? Evet, gerçekten olmuştur. Tanrı özünden dünyamıza gelip insan bedeni alan, günahsız kusursuz doğup tümüyle kusursuz yaşayan İsa Mesih bizim yerimize kendi canını verdi, onu feda etti. Yani bizler için kurban oldu.
Değerli kardeşim, İsa Mesih bizim için kurban oldu demekte ne anlam olabilir? Onun ölmesine gerek var mıydı? Her koyun kendi bacağından asılmaz mı? Öyleyse bir adamın ölümüyle başka bir kişi nasıl günahlarına bağış bulabilir? Buna benzer bir sürü soru şu anda kafanızı yormaktadır herhalde.
Önce şunu söylemeliyim ki İsa, Musa'nın yaptığı gibi yapmadı. İnsanlara yeni bir Şeriat, ya da yeni din kuralları getirmedi. Tam tersine, çarmıh üzerinde ölürken, Musa aracılığıyla verilen Şeriatın gereklerini kendi şahsında yerine getirip Allah'ın yüce merhametini, sevgisini ve adaletini çarmıh üzerinde açıkladı.
Tanrı'nın adaleti yerine geldi çünkü bize yaraşan günah cezasını kendi özünden insan bedeninde gönderdiği Mesih İsa'nın üzerine yükledi. Allah için acısız, duygusuz bir iş değildi bu. Her zaman özünde bulunan, aralarında sonsuzluk boyunca ayrılık olmayan biricik Mesih'ini bizim yüzümüzden ezdi. Bize yaraşan ceza Ona verildi. Biz, günahlarımızdan dolayı sonsuza dek Tanrı'dan ayrı kalmaya mahkûmken çarmıh üzerinde Mesih, özde kendisiyle bir olan Baba Tanrı'dan ayrı kaldı.
Bu ayrılık belki de acıların acısıydı. İbrahim Moriya dağında biricik öz oğlunu kurban etmeye hazırlanırken çektiği acılar, Tanrı'nın çarmıh üzerinde Mesihine çektirdiği acıların ancak silik bir gölgesiydi. Tabii ki bizim kurtuluşumuz için Tanrı'nın, İsa'yı ölüme verdiğini ve bu şekilde en derin acıları bizim uğrumuza tattığını düşünemeyiz. Böyle bir işe kimin aklı erebilir? Ama insan bunu anlayamıyor diye Tanrı'ya bir sorun mu olmalı? İsa'nın çarmıh üzerinde bizim günahlarımız için kurban oluşu ezelden Tanrı katında kararlaştırılmıştı. Anlamamıza gerek var mı? Tanrı diyor:
"Benim düşüncelerim sizin düşünceleriniz değil, sizin yollarınız benim yollarım değil. Çünkü gökler nasıl yerden yüksek ise, yollarım sizin yollarınızdan ve düşüncelerim sizin düşüncelerinizden öyle yüksektir" (Yeşaya 55:8,9).
Sevgili arkadaş, İbrahim ile Mesih olayına inanıyor musun? Bu iki olay birbirine bağlıdır. İlk olay, fiziksel alanda yer aldı, ama ruhsal gerçeklere ışık tutuyor. "İbrahim'in öz oğlunu kurban etmeye giriştiği olaya inanıyorum, ama İsa'nın çarmıh üzerinde kurban edildiğine inanamam" diyemezsiniz. Çünkü İbrahim olayı kesin bir simgeyle İsa Mesih'e işaret eder. Böyle olmasaydı İbrahim'in kendi öz oğlunu kurban etmesi için Tanrı'dan aldığı buyruk ne anlamda olabilir? Kutsal Kitabı baştan sona okuyunuz. Tüm kutsal yazılarda buna benzer, olağanüstü bir Tanrı buyruğu yoktur. Allah bunu sadece İbrahim için mi yoksa bütün insanlar için mi yaptı? Bütün insanlık için yaptığına inanmalıyız. Durum böyleyse şimdi daha önemli bir soruyla karşılaşıyoruz:
Mademki İsa Mesih, son kurban olarak sunuldu ve Ondan önceki kurbanlar o son kurbanı işaret ediyordu, ülkemizde neden hala kurban kesilmektedir? Belki bazıları, ;İbrahim'in Allah için yaptığını anmak, hatırlatmak için diyecek. Gerçi bu önemli olayı anmak ve üzerinde düşünmek iyi bir şeydir.
Aslında bu olay sonsuzluklar boyunca anılacaktır, ama sadece anılmakla kalmamalıdır. İbrahim'in kurbanı, İsa'nın dünyaya geleceğini belirtiyordu. O zaman kurban, dikkatimizi İbrahim'e değil, İsa'nın kendisine çekmeli. İsa'ya bakarsak Onda günahların bağışını göreceğiz. Senin günahların kesinlikle bağışlandı mı değerli kardeşim? Eğer İsa Mesih'in akıttığı kana sığınmamışsan günahlarına bağış bulamazsın. İbrahim, öz oğlunu sunak üzerine yatırırken İsa'nın çarmıh üzerinde gerçekleştirdiği günah bağışına işaret ediyordu. İsa yeryüzüne gelinceye dek günahların örtülmesi için kurban kesildi.
Ama hayvanların kanı günahı ortadan kaldıramazdı. O eski dönemin kurbanları sadece son ve tek etkin kurbana işaret ediyordu. Bir açıdan bu gün ülkemizde kesilen kurbanlar bile günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce yer alan çarmıh olayını hatırlatır.
Kurban, Tanrı ile insan arasındaki Yeni Antlaşmanın mührüdür. Eski Antlaşma Şeriata dayanır. Şeriata göre Tanrı ile diri bir bağlantımız olacaksa Onun evrensel yaşam kurallarını tümüyle, hayatımız boyunca harfi harfine yerine getirmeliyiz.
Ama Allah da biliyor ki hiç bir insan Allah'ın tüm şeriatını yerine getiremez. Şeriat, bizim ne kadar günahlı olduğumuzu göstermek için verilmiştir. Durum böyle olmasaydı, yani bir insan tüm şeriata uyarak Tanrı'nın beğenisini kazanabilseydi, İsa Mesih'in çarmıh üzerinde ölmesine gerek kalmazdı.
Ne var ki Tanrı kendi sonsuz ve şaşmaz hikmetine göre İsa'nın bizim yerimize kurban edilmesini gerekli gördü. Rab hikmetli değil mi? Biz Ondan daha mı akıllıyız ki, "Hayır efendim, bir kişi başkası için ölemez" diye tutturmuş gidiyoruz? İsa Mesih'in günahlarımız için kurban olacağı birçok peygamber aracılığıyla bildirildi. Bunlar arasında Yeşaya belki de önde gelenidir. İman gözüyle ileriyi görerek ve Kutsal Ruh'un verdiği esinle İsa'dan yaklaşık 700 yıl önce şöyle yazdı Yeşaya:
"O günahlarımız nedeniyle yaralandı, kötülüklerimiz yüzünden berelendi. Barışımız için gereken ceza Onun üzerine yükletildi ve Onun yaralarıyla biz şifa bulduk. Hepimiz koyunların yaptığı gibi yolu şaşırdık. Her birimiz kendi yolunu tuttu. Ama Rab hepimizin kötülüğünü Onun üstüne koydu" (Yeşaya 64:4).
Bundan daha açık söz olamaz herhalde. "Barışımız için gereken ceza Onun üzerine yükletildi," diye yazan Yeşaya, senin benim günahlı durumumuzu dile getiriyordu. Herkes gibi sen de günahlısın kardeşim ve günahlarının gerektirdiği bir ceza vardır. Bu ceza sonsuz ölüm cezasıdır. Bu ölüm cezası verilmeden senin ile Allah arasında barış olamaz. İşte Sonsuz Kurban İsa Mesih; Barışın için gereken cezayı yüklendi.
Bu günlerde kesilen hayvanlara bakarken, kurban bayramını kutlarken Rab Allah’ın senin için neler yaptığını hatırlarsan iyi olur. Allah hemen hemen her dinde bu kurban işaretini bıraktı. Neden? Çünkü sonsuz sevgisinden dolayı insanların günahının İsa Mesih'te bağışlandığını herkese bildirmek ister. Sen bu konuda ne yapacaksın, kardeşim?
Ölümden korkuyor musun?
Ölümden korkmanın esas nedeni nedir? Bilinmeyenden mi korkuyoruz yoksa yok olmaktan mı? Ölümden korkmamanının çaresi vardır...
Ölüm korkusu deyince akla ne gelir? Bizim aklımıza başta İncil gelir; Çünkü tarihte bu konuda en fazla öğreten, öğretişleri en yaygın bilinen ve yayılan, İsa olabilir. En doğru öğretenin de İsa olduğuna inanırız. Ayrıca İsa tek bir tür ölüm olayı değil, hem fiziksel hem de daha çok ruhsal ölümü vurgulamıştır. Birincisini geçici bir olay olarak, ikincisini ise korkunç ve sonsuz bir olay olarak değerlendirmiştir.
Tabii ki, fiziksel ölmemiz bir gün bir an içinde olup geçecektir; bu olayda korkulacak pek bir şey yoktur. O anda acı çeksek bile geçicidir. Oysa insanın ölüm olayı karşısında asıl korktuğu şey - hem dünyadan ayrılan hem hayatta kalan aile ve dostları için - bilinmeyen ölüm sonrasıdır. İnsan, bilmediğinden en fazla korkar.
Ölüm korkusu İncil'in öğretişinde sebepsiz ve yersiz bir duygu değildir. Tam tersine, bu duygunun arkasında çok mühim bir gerçek vardır. İncil şöyle açıklıyor: Ölüm günahın ücretidir. Eğer günahlarımız bağışlanmamışsa ve Tanrı ile barışmış değilsek, ölümden haklı yerde korkuyoruz. İnsanın, günah içinde yaşarken Tanrı'nın adil yargısından korkmaya gerek görmemesi akılsızlık değilse nedir?
Ama Tanrı, insanın günah işlemesiyle bütün insanlara yayılan ölümü sonsuz bir ceza olarak çarptırmak istememiştir. Bu yüzden, günah etkisiyle zayıf kılınan bizler için İsa yukarıdan gönderilmiştir.
Duyduğumuz ölüm korkusunun yararı elbette vardır; çünkü Tanrı'nın gönderdiği Kurtarıcı İsa'ya ihtiyaç duymamızı sağlayabilir. Ama Tanrı'nın isteği ölüm ve korkusunu yok edip insana sonsuz yaşam bağışlamaktır. İsa bunu, günahı ortadan kaldıran kendi ölümüyle gerçekleştirmiştir. İncil şöyle açıklıyor: ''Evet, biz daha çaresizken İsa Mesih, belirlenen zamanda tanrısızlar için öldü. Bir kimse doğru insan için güç ölür, ama iyi insan için belki biri ölmeyi de göze alır. Tanrı bize olan sevgisini şununla kanıtlıyor: biz daha günahkârken, İsa Mesih bizim için öldü.''
Sorabilirsiniz ki, İsa ölümü kendi ölümüyle nasıl yok etti? İsa, insan Tanrı'ya değil Tanrı'nın insan için sunduğu kurban olarak günahlarımızı nasıl bağışlamıştır? İsa'nın mükemmel fedakârlığı benim başarısızlığımı nasıl halledebilir? ... Kabul ediyoruz ki, İncil'in böyle gibi sorulara cevaplarını anlamak hiç kolay gelmeyebilir. Çünkü sonsuz yaşama kavuşturan gerçek ve inanç Tanrı'nın işi ve hikmetidir. Tanrı'nın kurtuluşunun büyük sırrını bize açıklamazsa zaten anlamamız imkânsızdır! Ama İsa diyor ki, ''Tanrı'dan dinleyin, size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır.''
Sizinle şahsen tanışmadığımız halde bize göndermiş olduğunuz kupon neticesinde mektup arkadaşı olacağımızı umarım. Amacımız - eğer bu konu ile ilgilenecek olursanız - sürekli bir şekilde mektuplaşarak sizinle derin, kalıcı ve samimi bir diyalog kurmaktır. Bizler, hayatlarımızda İsa Mesih'in kurtuluşunu birer birer tatmış, tecrübe etmiş kişileriz. O yüce zat, bizleri günahtan, anlamsızlıktan, ruhsal bir boşluktan ve ölüm korkusundan kurtardığı gibi, sizi de aynı şekilde kurtarmaya, hayatınızı en derin şekilde etkilemeye kadirdir. Uğraşımız size bir din, mezhep yahut yeni bir ''yol'' ulaştırmak değildir. Daha ziyade, çarmıhta sizin için ölmüş ve üç gün sonra mezardan dirilmiş olan İsa Mesih'i yaşayan, diri ve hayat verici bir şahıs olarak tanıtmak istiyoruz.
Ölüm konusunda en önemli noktaları özetlesek:
-
Ölüm insanın günah işlemesi sonucudur. Ölüm olayı da sadece fiziksel bir olay değildir. Ölüm, tarih içinde ruhsal bir olay olarak başlamış, ondan sonra insan ilişkilerinde belirmiş, en sonunda da fiziksel olarak tamamlanmıştır. İncil şöyle açıklıyor: ''içinde yaşadığınız suç ve günahlarınızdan ötürü ölüydünüz... Ötekiler gibi doğal olarak gazap çocuklarıydık... ama merhametli bol olan Tanrı bizi çok sevdiği için, suçlarımızdan ötürü ölü olduğumuz halde, bizi Mesih ile birlikte yaşama kavuşturdu.'' Burada ''ölü'' denilen insanlar fiziksel yaşamakta oldukları halde ruhsal ''ölü'' olanlardır. İncil'de ölüm çok kapsamlı bir olaydır. Hayat da çok zengin ve kapsamlı bir gerçektir. Tanrı'nın bizim için isteği ruhen ve bedenen sonsuz yaşamamızdır. Ama eğer Tanrı'nın lütfuna sığınmazsak, her düşündüğümüzden daha da korkunç bir olay vardır: sonsuz ölümdür. Bunlardan başka fiziksel hayat ve ölüm ikinci sıraya gelir.
-
Tanrı'nın isteği ölümü yok edip insanı sonsuz yaşama kavuşturmaktır. Bu bir masal veya kurgubilim fikri değildir. Bu Tanrı'nın insana değişmez sözüdür. Tanrı, her düşündüğümüzden çok daha güzelini yapabilecek güçtedir; zaten İsa ile sonsuzluklar için yapmış bulunuyor, bu müjdeyi insana sunmaktadır. İncil'de şöyle açıklıyor: ''İsa, ölüm gücüne sahip olanı, yani İblis'i, ölüm aracılığıyla etkisiz halde getirmek üzere onlarla aynı insan yapısını aldı. Bunu, yaşamları boyunca ölüm korkusu yüzünden köle olmuş olanların hepsini özgür kılmak için yaptı. İsa diyor ki, ''Tanrı dünyaya o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlunu verdi. Öyle ki, O'na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, ama hepsi sonsuz yaşama kavuşsun.''
-
Bir insan İsa'da olan Lütfü’yle bağışlanmaya sahip değilse ölümden çok haklı olarak korkar; çünkü Tanrı'nın yargısı adil ve sonsuzdur. İsa şöyle öğretti: ''Örtülü olup da açığa çıkarılmayacak, gizli olup da bilinmeyecek hiçbir şey yoktur... Beni öldüren, ama canı öldürmeye gücü yetmeyenlerden korkmayın. Hem canı hem de bedeni cehennemde mahvedecek güçte olan Tanrı'dan korkun.''
Yerli basılan bir dergide şöyle bir ilanı okudum: ''Ölümü, hayat yolculuğunda size eşlik eden bir dost gibi görmeye başlayabilirsiniz.'' Ama günahların bağışlanmasını içermeyen bu gibi fikirlere kanmayın; çünkü Tanrı sizi ölümden kurtarıp yeni ve sonsuz yaşama kavuşturmak istiyor. Tanrı bu kurtuluşu şansa bırakmadı. Bu kurtuluş her insana kesin bir sunuştur. Gerçek yaşama sahip olup olmadığınızı İsa'yla net olarak bilebilirsiniz. Günahlarınızın bağışlanmış olduğunu bilmiş olabilirsiniz. Eğer bilmiyorsanız, buna kavuşmuş değilseniz işte. Çünkü bu bilinçli bir karar ve inançtır. Arkadaşımız, ölmeden önce (Allah korusun) Tanrı ile barışmış olduğunuzu İsa'yla bilmiş olun. Tanrı'nın sevgisini, her an her insan için sonsuz hayatın başlangıcı olan İsa'yla tatmış olun. Tanrı'nın İsa'yı ölümden dirilttiğine yürekten iman eden, kurtuluş için Tanrı'ya yakaran herkes kurtulacaktır.
Her Şeye Rağmen Sevgi!
Dünyada sevilmek istemeyecek kişi hemen hemen yok gibidir. Biri tarafından sevilmenin vereceği güven ve tatmin duygusu mutlu bir yaşamın temelini oluşturur.
Dünyada sevilmek istemeyecek kişi hemen hemen yok gibidir. Biri tarafından sevilmenin vereceği güven ve tatmin duygusu mutlu bir yaşamın temelini oluşturur.
Buna karşın sevgi ve sevgiyi nasıl aramamız gerektiği gibi konularda pek az bilgiye sahibiz. Sevginin ne olduğunun bize anlaşılır bir dille anlatıldığı enderdir. Kimileri, her ne kadar daha birçok varlığını ileri sürmekteyse de ben an azından üç tür sevginin olduğunu söyleyebilirim.
Kişinin mutluluğu bu sevgi türleri arasından hangisini aradığına bağlı olabilir.
Eğer Türü Sevgi
Ben bu türlerden birincisine "eğer" türü sevgi diyorum. Bu, eğer bazı beklentileri karşılarsak bize verilecek olan sevgidir. "Eğer iyi olursan baban seni sever." "Eğer başarılı ve önemli bir kişi olursan seni severim." "Eğer bir koca olarak benim beklentilerimi karşılarsan, sana sadık bir eş olurum." En çok rastlanan sevgi türü budur ve bazı kişiler bu sevgiden başka bir sevgiyi bilmezler. Bu adeta bir karşılık bekleyen ve şarta bağlı bir sevgi olup, sevenin istediği bir şeyi sağlanması karşılığı olarak vaat edilen bir sevgidir. Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı ise, sevgi karşılığında bir şey kazanmaktır.
Çünkü Türü Sevgi
İkinci sevgi türünü, "çünkü" sevgisi diye adlandıracağım. Bu tür sevgide kişi, "bir şey olduğu" ya da "bir şeye sahip olduğu" ya da "bir şey yaptığı" için sevilmektedir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe veya bir koşula bağlıdır. "Seni seviyorum çünkü çok güzelsin."Seni seviyorum çünkü diğer kişilerden o kadar farklı, o kadar popüler, o kadar zengin ve o kadar ünlüsün ki" "seni seviyorum çünkü bana güven veriyorsun." Bu ilginç sözleri gülümsemeyle karşılayabiliriz. Fakat bizler de, başka birini sık sık onda gördüğümüz ve onu sevmemize neden olan bir şeyden ötürü ya da o kişi bizim sevgimizi her hangi bir şekilde kazandığı için severiz.
Eğer birisi bizi olduğumuz gibi kabul edip sevebilse sevgiyi elde edebilmek için o kadar uğraşmazdık. Varlığımızda sevilmemize neden olan bir şeyler bulunduğunu düşünmek bizi rahatlatırdı.
İnsanların bizi bir şey olduğumuzdan ötürü sevmeleri bizi çok mutlu kıldığı için ve önemli olmanın gitgide büyüyen hissini aradığımızdan ve böylelikle daha çok insanın bizi seveceğini düşündüğümüzden hayranlarımıza yenilerini eklemek için büyük bir çaba harcarız. Sevilecek niteliklere bizden daha fazla sahip olan biri çıkarsa, bizi sevenlerin bu yeni geleni bizden daha çok sevmelerinden korkarız. Böylece yaşamımıza rekabet ve sonsuzca sevgi kazanma gayretkeşliği girmiş olur.
Ailenin küçük çocuğu yeni doğan bebeğe içerler. Bir delikanlı daha gösterişli bir arabaya sahip olan başka bir delikanlıya içerler. Evli bir kadın, kocasının çekici ve düzenli sekreterine içerler. O halde bu tür sevgide bir güven duygusu bulunabilir mi?
İncil, "Yetkin sevgi, korkuyu kovar" der (İncil: 1. Yuhanna 4;18). Bu "çünkü" türü sevgi gerçek ve sağlam bir sevgi olamaz.
Rağmen Türü Sevgi
Üçüncü tür sevgi, benim "Rağmen" türü diye adlandırdığım türdür. Bir koşula bağlı olmadığı ve karşılığında bir şey beklenmediği için "eğer türü sevgiden farklıdır. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için de "çünkü" türü sevgi ile bir değildir. Bu üçüncü tür sevgide, kişi bir şey olduğu için değil, bir olmasına rağmen sevilir. Kişi, dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir ve bu "rağmen" türü sevgi ile karşılaştığında yinede sevilebilir. Buna layık değildir. İyi, çekici ya da zengin bir konum edinerek bu sevgiyi kazanması gerekmez. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine rağmen olduğu gibi, tamamen sevilir. Bütünüyle değersiz biri gibi görünebilir ama çok değerli biri gibi yine de sevilir.
Yüreklerimizin en çok susadığı sevgi türü de budur. Farkında olsanız da olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir. Bunu nasıl söyleyebildiğimi düşünüyorsanız, size bir soru sormama izin verin. Kalbinizin derinliklerinde dünyada kimsenin size aldırmadığını ve hiç kimsenin sizi gerçekten sevmediğini düşünseydiniz yiyecek, elbise, ev, aile, zenginlik, başarı ve üne olan ilginizi yitirmez miydiniz? Kendi kendinize "Yaşamın ne yararı var? Diye sormaz mıydınız?
Şu anda, dünyada en sevdiğiniz kişi ile çok kötü bir kavga ettiğinizi ve onun sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün; dünya birden bire başınızın üstüne çökmez miydi?
Bugün yaşamınızı sürdürebilmenizin nedeni ya bu "rağmen" türü sevgiyi birinden şu anda görmeniz, ya da bir gün bu tür bir sevgiyi bulma umudunuzun varlığıdır. Ama bu gün içinde yaşadığımız toplumda, bizi bütünüyle doyuracak şekliyle bu sevgiyi bulamayız. Çünkü her kesin buna gereksinimi vardır ve kimde de fazlası olmadığından başkalarına veremez. Dünyada ki en büyük kıtlık, bu "rağmen" türü sevgini yeterince olmayışıdır.
Rağmen Türü Sevgiye Sahip Olmak
Bu tür sevginin doyurucu bir şekilde kusursuzluğa erişip insanlara açıklanmasının ilk kez İsa Mesih'le gerçekleştiği hakkında harika bir mesaj Allah Kelamı İncil'de yer alır. İnsanlık çağlar boyu böyle bir sevgiye susamıştı ve onu nerede arayacağını dahi bilmiyordu. Allah insanın özlem ve umudunu boşa çıkarmadı. Kendi özünde olan İsa Mesih'i herkes için ve onları fazlasıyla doyurabilecek sevgiyi getirmek üzere dünyaya yolladı.
Mesih'in Allah'tan bize getirdiği sevgi, "eğer" türü sevgi değildir. Allah bize "eğer Mesih inanlısı olursan seni severim" demez. "eğer iyi ve ahlaklı olur, kiliseye gide, iyi amaçlar için bağışta bulunur, dinsel kitaplar okuyup, dua eder ya da bir din adamı olursan seni severim" demez. Onun sevgisinde hiçbir "eğer" türü yoktur. Allah bizi olduğumuz gibi sever. Daha kötüsü bile olsaydık yine bizi bu kadar sevecek ti. Bizi, bizden bir şey elde etmek amacı ile sevmez. Yerine getirmemiz gereken bir şey ya da şart yoktur. İsa'nın çarmıhtaki ölümü bunun kanıtıdır. Allah'ın özünden gelen ve Söz olan İsa bu dünyaya geldi, yaşamını bütün insanlara karşı iyilik yaparak ve sevgi göstererek yaşadı ve kendini, özellikle de karşılığında hiçbir şey beklemediği fakirlerle hor görülenler için feda etti ve insanlığın günahları için çarmıhta öldü. Çarmıhta ölürken bile, hala kendisini öldürenleri sevdi: "Baba, onları bağışla, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar" dedi. (İncil: Luka 23;34). Havari Pavlus'un dediği gibi "Allah bize olan kendi sevgisini bununla ispat ediyor ki, biz henüz günahkârlar iken Mesih bizim için öldü." (İncil: Romalılar 5;8) Bu sevgi, bütün saflığı ile gerçek "rağmen" sevgisidir.
Mesih'in sevgisi, bir kuram ya da öğreti değil, somut bir kanıttır. Sadece bize iki bin yıl önce verilmiş olan bir örnek olmakla kalmaz, Onu isteyen her kişinin sahip olabileceği bir sevgidir.
İsa ölü olarak kalmadı. Allah onu ölümden diriltti. Ve İsa Mesih bugün diridir. Siz bu yazıyı okurken bile size çok yakındır ve sizi bu "rağmen" türü sevgi ile sevebilecek durumdadır ve bunu yapmak ister. Eğer sadece "Mesih'in bu sevgisinden şu anda her şeyden çok istiyorum ve onu olduğum gibi ve alçakgönüllülükle kabul edeceğim" derseniz, bunun gerçek olduğunu bugün kendi deneyiminizle kesin olarak bilebilirsiniz.
Allah, bizleri bir şey olduğumuz için sevemez. Sadece her şeye, yani bütün kusurlarımıza "rağmen" sever O'nun sevgisini kazanıp hak edemeyiz. Bu sevgiyi sadece özgürce verilmiş bir armağan olarak kabul edebiliriz.
Gördüğünüz gibi, kolay yapılacak bir seçim değildir. Sevgilerin en büyüğü olan bu sevgi için ödememiz gereken bedel, kırılmış bir gurura sahip olmak ve bu sevgiye layık olmadığımızı itiraf etmektir. Eğer bu bedel sizin için fazla pahalı değilse ve Mesih'ten bu sevgiyi olduğunuz gibi kabul etmeye razı iseniz şanslılar arasındasınız. Onu şimdi kabul edebilirsiniz.
Evet, Allah bizi sever, fakat bu sevgi Allah'tan nasıl alınır? Her şey kalbinizde edeceğiniz küçük bir dua ile başlar; "Allah'ım sana şükrederim. Senin gönderdiğin Mesih'in ölümünü kendi günahlarıma karşılık olarak kabul ediyorum. Ben artık Mesih'i izlemek istiyorum. Ayrıca sen beni olduğum gibi sevdiğin için bende senin sevgini olduğum gibi kabul ediyorum"
Artık her şeye rağmen sevildiğinize huzurla güvenin ve yaşamınızın bundan sonraki bölümünü Allah tarafından tamamen ve kesinlikle gerçekten sevildiğiniz olgusunun güvencesi üzerine kurun.
Neden Haç, Neden Kan, Niçin Kurban?
Tanrı adil olduğundan, sevgisiyle ve büyük özveriyle kurtaracağı bireyi, adaletini de uygulamadan yapamazdı. Başka bir deyimle, sevgi, şefkat, acıma, bağışlama gibi armağanlar iman eden bireylere, ama bu bireylerin işledikleri suç cezasının adaleti de Kurtarıcı'da uygulanacaktı. İnsan günah işleyerek yaşamını yitirmişti. Günah nedeniyle yitirilen yaşamın, adil bir ödenek veya ücretle geri satın alınması için yitirilen yaşam yerine pak ve kutsal bir yaşamın ödenmesi gerekiyordu. Tevrat'taki eski hayvan kurbanlarının kanının akıtılması, bu işlevin eski, simgesel gölgesidir. Bu hayvan kurbanları, kararlaştırılan zaman doluncaya dek, İsa Mesih'te gerçekleşecek gerçek kurbanı simgeliyordu.
Yukarda örneğini verdiğim gibi, sadece tövbe veya pişmanlık, beraat veya af için yeterli olmuyordu. Yitirilen yaşama karşılık yaşam ödemek, Tanrısal adaletin hukuk gereğiydi. Şöyle ki, Tanrısal adaletin hukuk gereği, haçta yerine gelmiş bulunuyor. Bundan böyle, İsa Mesih'in sağladığı Tanrısal hukuk gereğine inanıp bunu kabul edenlerin tövbe ve pişmanlıkları artık Tanrı katında geçerli olmaktadır. Böylece, kurtuluşumuzun sağlanması için, Tanrısal sevginin, şefkatin, acımanın, özverinin, adaletin, kutsallığın ve dürüstlüğün, haçta dengeli bir şekilde uygulandığını görüyoruz
Olaya bir de bu açıdan derinlemesine bakınca, haçın, kan dökmenin, İsa Mesih'in kurbanının ve çektiği acıların, akılsızlık veya mantıksızlık değil, ama yerine gelmesi gereken bir gereklilik, bir zaruret olduğunu görürüz. İsteyen, Tanrı'nın sevgisiyle insana armağan etmek istediği bu kurtuluşu alarak güvenceye kavuşur, aklanır, paklanır, huzur bulur ve rahat eder; istemeyen de alay eder, hor görür, aşağılar ve reddeder. İnsan özgürdür.
Madalyanın Diğer Tarafı
Tanrı tarafından sağlanan bu kurtuluş, insanlar tarafından suiistimal edilebilir. Bu bir oyuncak, ya da bir yazboz sayfası değildir. Kurtuluş, "sihir sözleri" söyler gibi sağlanamaz. Bu kurtuluş, planlanmış veya organize suç işlemekte devam edenler için değildir. "Ben şu günahı işleyim de... nasıl olsa Kurtarıcım var, o işi halleder... düşüncesi bu kurtuluşu içermez. (ıbranilere 10:26-27) Ne de bireyin bir teyp ya da bir papağan gibi: "ben İsa'nın kurbanına, döktüğü kanına inanıyorum, O'nunla yıkandım, aklandım, paklandım, Tanrıyla barıştım, yeni yaratık oldum, sonsuz yaşamım var, ölünce derhal cennete gideceğimi biliyorum..." vb. gibi sözleri ezberleyip bunları "abra kadabra" gibi, bir sihir sözleri gibi söylemesi kendisini kurtarmaz. Bunun yürekten ve gerçek imanla olması gerekir. Bunun böyle olup olmadığını denemek için de, bireyin ruhsal ürünlerine, meyvelerine bakmak gerekir.
Gerçek Kurtuluşun Yaşam Meyveleri
Pek çok Yahudiler "bizim babamız Allah'tır" diye tanıklık verdikleri halde, işleri veya meyveleri "babalarının aslında şeytan olduğunu" gösteriyordu. (Yu. 8:41-44. Mat. 3:7-8) Üstelik O büyük kurtarıcı açıkça şu sözleri de söylemiştir:" Bana 'ya Rab, Ya Rab' diyen her adam, cennete girmeyecektir. Ancak göksel Babamın İRADESİNİ YAPAN girer." (Mat. 7:21.) şöyle ki, Tanrının iradesini yaşamayan, papağan gibi ağız sözleriyle kurtulacağını hiç sanmasın! Kurtulmamız için Tanrı iradesini öğrenmemiz ve bunu yaşamımızda uygulamamız gerekir.
Misah Günay
Zengin olmak istemez misiniz?
"On beş milyar! On beş milyar! Piyango! Yarın çekiliyor! Şansım yok demeyin. On beş milyar..." Milli Piyango'da şansınızı denediniz mi? Zengin olmak istemez misiniz?
İnsanoğlu nerede bulunuyorsa, orada para sevgisi var. Türkiye'deki ekonomik sıkıntılardan dolayı bu zengin olma tutkusu çoğalmaktadır. Enflasyon halkı eziyor. Fakir ile zengin arasındaki fark büyüyor. Yoksulların hırsızlıktan başka gördükleri tek çare piyangoyu kazanmaktır. Onların aklı fikri büyük kazançtadır. Ya siz? "Bir kere bana çıksa! Bir kazansam. Neler neler yapacağım!" diye hiç düşünmediniz mi?
Zenginlik eşittir mutluluk mu? Tabii ki hayır! Zenginlik gerçek mutluluk getirmez. Atasözün belirttiği gibi "Para ile saadet olmaz". Mutsuz zenginler her yerde var. Öyleyse, kendimizden daha zengin kişileri neden kıskanıyoruz? Niçin paraları, mal mülkleri arzuluyoruz? Yoksulların para kaygısı doğal olmakla birlikte, paraya muhtaç olmayanlar niçin daha zengin olmak isterler?
Eğer para ile saadet olmazsa, ne ile olur? İsa Mesih "Dikkatli olun! Her türlü açgözlülükten sakının. Çünkü insanın yaşamı, malının çokluğundan ibaret değildir" dedi ve bu gerçeği düşündürücü bir benzetmeyle açıkladı:
"Zengin bir adamın toprakları bol ürün vermiş. Adam kendi kendine, 'Ne yapmalıyım? Ürünlerimi koyacak yerim yok' diye düşünmüş. Sonra, 'Şöyle yapacağım' demiş. 'Ambarlarımı yıkıp daha büyüklerini yapacağım, bütün tahıllarımı ve mallarımı oraya yığacağım. Ve kendime, ey canım, yıllarca yetecek kadar birikmiş bol malın var. Rahatına bak, ye, iç, yaşamın tadını çıkar diyeceğim.'
Ama Tanrı ona, 'Behey akılsız!' demiş. 'Bu gece canın senden istenecek.
Rahim Ağa
Değerli Okuyucum,
Önce size şaşılacak bir öykü anlatmak istiyorum. Eski zaman içinde çok zengin, iyi yürekli ve sözüne sadık bir ağa varmış. Bir gün o, oturduğu köşkünün önüne şöyle bir ilan asmış:
Borçlu olan herkesin dikkatine! Lütfen yarın borç senetlerinizle birlikte gelin. Bana borç senedini getirenin borcunu bağışlayacağım. Yalnız bu öneri, öğle vaktine dek geçerlidir.
Köşkün önünden gelip geçen herkes bu duyuruyu okur, haber kısa zamanda bütün kasabaya yayılır. Ertesi sabah köşkün önüne üşüşen halkın çoğu ise ilandan kuşkulanırlar.
Yahu bu adam kim oluyormuş da bizim borçlarımızı bağışlayacakmış?
"Yok, efendi, yooook! Ağa kendisine borçlu olduğumuzu hatırlatmak için bu ilanı koymuş. Bizi sülük gibi emecek sonra! Tabii benim de ağaya borcum var, ama ben ancak çalışıp gayret ederek ödeyeceğim. Ağa karşılıksız benim borcumu öder mi hiç?"... gibi sözler duyulur.
Bu tartışmalar sürerken kalabalığın arasından fakir ve acınacak bir adam köşke doğru yürümeye başlar. Halk bunu görünce onunla alay eder, ne olacak diye merakla bakarlar. Kapıyı çalan köylü içeri alınır. Ağanın karşısına çıkarılır. Köylü sözü açar: "Ağam, ilanınız bana büyük umut verdi. Çünkü borcum kolay ödenecek kadar az değil. Bakınız, büyük borçlarımın listesini yazdım getirdim. Ufak borçlarıma gelince, ben kendim öderim."
Ağa buna karşılık: "Bana tam olarak güveniyor musun?" "Tabii ağam." "O halde en ufak gözüken borçlarını dahi listene ekle! Mademki bana güvenerek geldin, senin ………..
Yüce Tanrı birdir
İnancımızın temeli Tanrı'nın tekliğidir. Her şeyin hakimi olan evrenin yaratıcısı Tanrı inancımıza göre Tektir. Tek bir Tanrı'ya inandığımızı söylemek esasında genel bir ifade olarak ele alınırsa yeterli değildir. Çünkü Agnostikler de (evreni bir Tanrı yaratmıştır ama bu Tanrı'nın herhangi bir kitabının olup olmaması ya da bir yol oluşturması önemli değildir diyenler) bu şekilde bir ifadeyi kullanmaktadırlar. Bazen tektanrıcılığın tapınılması gereken Tanrı'nın kimliğiyle ilgili hiçbir şey açıklamadığım görmekteyiz. Yani Tanrı o kadar soyutlaştırılmaktadır ki, bu inanılan tek Tanrı'nın kim olduğunu adeta ortadan kaldırmaktadır. Diğer bir deyişle, eğer yanlış bir Tanrı fikrine sahipseniz, tek bir Tanrı vardır demek tek başına yeterli değildir.
Birisi Ra, ısis ya da Osiris'in gerçek Tanrı olduğunu söyleyebilir ama bu Mısır Tanrısal inancının bizim Tanrısal inancımızla aynı şey olduğunu söylemek demek değildir. Mısır tanrılarından ısis'e inanan bir kişi tanrı tektir dediğinde zihninde beliren tanrı kavramı tamamen bu inancın oluşturduğu tanrı kavramıdır. Oysa biz Tanrı tektir dediğimizde Alemlerin Rabbi olan ve bütün evrenin yaratıcısı, gözle göremediğimiz, doğmamış ve doğurulmamış Bir Olan Yüce Tanrı'dan bahsediyoruz. Bu şekilde genel kavramlarla anladığımız bu Tek Tanrı'yı ayrıca bir de Kutsal Kitap'taki esini (vahyi) aracılığıyla bize kendisini açıkladığı şekilde tanıyoruz.
Tanrı, Kutsal Kitap'ta kendisini evrenin hakimi tek olan diye tanıtırken aynı zamanda bu Tekliği Kutsal Üçlük ifadesinde de daha derin bir biçimde açıklamıştır. Bu tek Tanrı'nın kendisini bize çok daha derin anlamda açıklamasıdır. Böyle bir açıklama bir kişinin aynı zamanda üç ayrı etkin kişiliği olması gibidir. Ahmet beyin …..
Tanrı yeryüzüne inebilir mi?
Tanrı yeryüzüne inip kullarını ziyaret edebilir mi? İstese, kimseye fark ettirmeden tebdil-i kıyafet gezebilir mi?
Sultan IV. Murad en meşhur sultanlarımızdan birisidir, cesaretiyle ve yönetimdeki becerisiyle olduğu kadar tebdil-i kıyafet, yani kıyafet değiştirerek tanınmaz bir kişiliğe bürünüp şehri teftiş etmesiyle de meşhurdur. Bu gezilerden birinde, veziri ve celladı ile kıyafet değiştirip Üsküdar'dan karşıya geçmek için bir sandal kiralarlar. Biraz açıldıktan sonra, sandalcı testisini çıkarıp içki içmeye başlar. Padişah, kokusundan anlar. Biraz da kendisi ister. Sandalcı, ‘Fazla içme çarpılırsın’ diye takılır. Sultan biraz içtikten sonra sandalcıya, ‘Bunun yasak olduğunu bilmiyor musun’ diye sorar. Sandalcı, ‘Biliyorum ama burada bizi kim görecek’ der. Sultan, ‘Ya biz söylersek’ der. Sandalcı ise, ‘Söyleyemezsiniz, siz de içtiniz’ der. Sultan, ‘Ya ben Padişah, bu yanımdaki de vezir ise ne yaparsın’ diye sorar. Sandalcı da basar kâhyayı ve der ki; ‘Ben size demedim mi, çok içmeyin çarpılırsınız diye? Bakın, iki yudum içtiniz biriniz oldu Padişah, biriniz Vezir’ der. Padişah kendi de içtiği için sandalcıyı affeder."
Tanrı da yeryüzünü ziyaret etmek istese, ‘kıyafet değiştirerek’ gelebilir mi? ‘Ama Tanrı’nın böyle bir şeye ihtiyacı yok ki, o her şeyi görür, o her yerdedir!’ dediğinizi duyar gibiyim. Elbette Tanrı her şeyi görür ve her yerdedir ama sormaya çalıştığım, bunun Tanrı için mümkün olup olmadığıdır. Tanrı için her şey mümkün değil mi?
İsa Mesih de, eğer kabul ederseniz, Tanrı'nın tebdil-i kıyafet dünyayı ziyaret eden halidir. Elbette İsa Mesih'in gelişi bundan çok daha ötedir, kıyafet değiştirme gibi bir durumla açıklanamayacak kadar derin ve karmaşıktır. Ancak bu, İsa Mesih'in dünyaya gelişini bir açıdan anlamamıza yardımcı olan bir resim, bir benzetmedir.
Tanrı, dünyayı ziyaret etmek istemiş ve kendini alçaltarak sıradan bir insan …...
Kurban üzerinde bir sohbet
Kurban tarih boyunca çeşitli kültürlerde uygulanan bir ibadet şeklidir. Bunun yanı sıra, kurban, Allah'ın birliğine inanan ve dünya çapında tanınan Yahudi, Hristiyan ve Müslüman dinlerinde her imanlının temel inançlarından birini oluşturur.
Yahudiler ‘in inancında Kurban kesmenin gereği insanın günahıdır. Her gün kesilen kurbanlar günahların bağışlanmasını sağlamak içindir. (Nedense Yahudiler eski tarihlerinde olduğu kadar artık hayvan kesimi uygulamazlar). Hristiyanların kurban anlayışı Yahudilerinkinden kaynaklandığından onunla ortak yönleri vardır. Ancak Hristiyanlar, "Fısıh" diye tanınan Yahudiler’ in kurban bayramındaki ruhsal amacın İsa Mesih'in gelişiyle tamamlandığına inanırlar. Bu nedenle hayvanların kurban edilmesine son vermişlerdir. Müslümanlıktaysa, kurban dinin gereği olduğundan, hayvanların kesilmesi sürdürülmektedir.
Müslümanlardan bazıları, kurban kesilmesinin günahların affolunması için değil, Allah'ın verdiği nimetlere şükretmek için yapıldığını ileri sürerler. Bu da çok rastlanan bir fikir olmakla birlikte yazılı öğretilere ters gelmektedir. "Kurban kanının ilk damlasının yere düşmesinde kurban sahibi affolunur" (Bkz., Kurban ve Faziletleri, Feridun Yılmaz Yüceler, baskı 1985, Türkiye Diyanet Vakfı Dizgi Tesisleri, sayfa 10). "Kurbanlarınızı büyük ediniz. Onlar sıratta bineklerinizdir" (Yüceler, sayfa 12). "Kim sevabını kastederek ve arzulayarak kurban keserse: O kurban, sahibini cehennem ateşinden saklar" (Yüceler, sayfa 11). Bu öğreti, kurban kesmekle günahların bağışlanacağı ve kişinin cennete gideceği ümidini dile getirir.
İncil ise, hayvan kanının akıtılmasıyla günahların affolunma yolunun simgelendiğini öğretir. Hayvan kanı ancak simge niteliğini taşıdığından günahların bağışlanmasını sağlayamaz. Allah'ın Halil İbrahim'in oğlunun yerine verdiği koç gelecek olan …………...